“Yapılan iyiliği bilmek ve bunun sonucunda minnet duyup bunu ifade etmek” şeklinde tanımlanan “şükür” kelimesi, daha öz bir ifadeyle; “İn‘âmâtı mahallinde sarf etmekten ibaret” bir iş olarak tarif edilmiştir. Şükrün, yapan kişiye göre nevilerini beyan sadedinde şöyle buyrulmuştur: “Ulemanın şükrü kavilde, âbidlerin şükrü fiilde, ariflerin şükrü ise istikamet-i ahvâldedir.”
Şükür mefhûmu lügavî ve örfî açıdan olmak üzere iki farklı şekilde incelenir. Lügavî şükür, nimet vereni, nimetinden ötürü tazim etmek; örfî şükür ise, bütün nimetleri, Allah Te‘âlâ’nın rızâsına uygun şekilde değerlendirmektir. Lügavî şükür, kalp ve dil ile olurken; örfî şükür ise amelle olmaktadır.
Örfî şükür olarak ifade ettiğimiz tanımlama, daha çok sûfîlerin ahvâline dâhildir. Nitekim Abdulkadir Geylânî (Kuddise Sirruhû) “Fütûhü’l-Ğayb” nâm eserinde şükür hakkında şu hususlara dikkat çekmiştir:
“Şükür, nimetin Allah Te‘âlâ’dan olduğunu itiraf ve halka izafeyi terk eylemektir. Kendine, kol ve kuvvetine, kesene veya senin dışında ellerinde cereyan edenlerin hiçbirine isnat etmemektir. Çünkü sen de, onlar da, hep o nimet için esbâb, âlât ve edevatsınızdır. Onu kısmet eden, gönderen, icad eden ve onunla meşgul eyleyen, müsebbib olan Allah Azze ve Celle’dir. Her şeyi yapan O’dur, yaratan O, veren O ve getiren de O’dur; Şükre ehakk olan da O…
Hediyeyi getiren uşağa bakılmaz, gönderen efendiye bakılır. Bu bakışı bilmeyenler hakkındadır ki: «Dünya hayatından sadece (görünen) dış yüzü bilirler, âhiretten ise tamamen gafildirler.»[1] buyrulmuştur. Zahirî sebebe bakıp da ilim ve marifeti ondan ilerisine geçmeyen cahildir; nâkıstır, aklı kısadır.”[2]
Bunun bir adım ötesi, organlar ile şükürdür ki bu: “Bütün azaları, Allah Te‘âlâ’nın taatinde tahrik ve istimal eylemektir.” şeklinde açıklanmıştır. İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) şükrün bu manasını şöyle ifade buyurmuştur: “Şükrün manası: Kulun, Allah (Te‘âlâ) tarafından kendisine verilen zahir ve batın nimetleri, tümden niçin yarattıysa, ne sebeple verdiyse, O’na sarf etmektir. Böyle olmadığı takdirde şükür de olmaz.”[3]
İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) mektûbâtında, şükrün önemi üzerinde dururken, konunun maddî nimetlere bakan yönünden daha da çok manevî nimetlere bakan yönünü ele almış ve nimetlerin derecesine göre şükrü de artırmanın lüzumunu hatırlatmıştır: “Şükrün derecesi, gelen nimetlerin miktarına bağlıdır. Nimet, ne kadar çok ise, şükretmek lüzumu da çok olur. Görülüyor ki, zenginlerin, zenginlik derecesine göre, fakirlerden daha çok şükretmesi lâzımdır.”[4] Bir başka mektûb-u şerîfte de konu Nakşibendî âdâbında özelleştirilmiş ve bu tarîkatın mensuplarının şükrü edâ konusunda çok daha büyük hassasiyet sahibi olmaları gerektiği ifade edilmiştir.[5]
Şükür, sadece kullardan Allah Te‘âlâ’ya dönük bir iş değildir. Allah Te‘âlâ da kullarının şükrüne karşılık, onların taatini kabul edip bu taat karşılığında ikram ve ihsanda bulunur.
Konunun Ahlâkî Veçhesi
İmam Kuşeyrî (Rahimehullâh), meşhur Risale’sinde şükür konusunu işlerken, sözü kulların birbirlerine karşı teşekkürlerine intikal ettirerek, örfî şükre ittisal teşkil eden şu ifadelere yer verir:
“Gözlerin şükrü, arkadaşında gördüğün kusuru örtbas etmek, kulakların şükrü, arkadaşların hakkında duyduğun kusur ve ayıpları gizlemek suretiyle olur.”[6]
Burada muhakkak ince bir mana vardır. Zira göz, kulların ayıplarını görmek için değil, Allah Te‘âlâ’nın kudretinin eserlerini görmek için yaratılmıştır. Kulak da yine böyle kulların ayıplarını dinlemek için değil, Allah Te‘âlâ’nın emirlerini ve kudretinin eserlerine delâlet eden sözleri ve gerçekleri dinlemek için yaratılmıştır. Bu organlar, yaratılış ve veriliş gayesinde kullanıldıkları zaman, hem kullara teşekkür edilmiş, hem de Allah Te‘âlâ’ya şükredilmiş olur.
Şükrün bir başka yönden ehemmiyeti de, bu duygunun, yapılan iyiliğin kadrini bilmeye bağlı oluşudur.
İmâm-ı Ğazâlî Hazretleri, İhyâ-u Ulûmiddîn adlı eserinde, davet ve ziyaret adabı hususunda müstakil bir bahis açmış, konuyla ilgili sünnet ve edepleri sıralamakla beraber, şükrün edası açısından kullara iyilikte bulunmanın faziletine dair hadîs-i şerîfleri de derç etmiştir. Bu hadîs-i şerîflerden birine göre, Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), en yüksek derecelere erişme vesilesi amelleri beyân ederken, yemek yedirme hasletini de zikretmiştir.[7]
Aşevleri, yüksek derecelere kavuşma ve infakı yaygınlaştırma vesilelerinden olan yedirme ve içirme hasletini yaygınlaştıran ve daimî hâle getiren müessese olması yönüyle, önemini geçmişte olduğu gibi günümüzde de muhafaza etmektedir.
İsmailağa Aşevi Hizmetleri ve Kumanya Organizasyonu
Peygamberlerin sünnetinden olan ihtiyaç sahiplerine ikrâm ve yardımda bulunma hasleti, varlıklı kimselerden ihtiyaç sahiplerine mânevî bir köprü vazifesi gören aşevleriyle müşahhas bir hâle bürünmüş ve İslâm medeniyetinin yapıtaşlarından biri olarak günümüze kadar ulaşmıştır. İsmailağa Câmiası, biri Avrupa, diğeri Anadolu yakasında olmak üzere her gün ortalama 3000 kişiye sıcak yemek ikrâmında bulunduğu iki ayrı aşeviyle ve düzenlediği kumanya organizasyonuyla bu mânevî köprüyü günümüzde de muhafaza etmektedir. Sizler de bu hizmetlere ve hayra destek sağlayabilir ve hâsıl olacak ecir ve mükâfata ortak olabilirsiniz. Detaylı bilgi için tıklayınız…
Dipnotlar
[1] Rûm Sûresi:7
[2] Abdulkadir Geylânî, Fütûhu’l-Ğayb, s. 66-67.
[3] Mektûbât-ı Rabbânî, 3. Cild, 99. Mektûb.
[4] Mektûbât-ı Rabbânî, 1. Cild, 71. Mektûb.
[5] Mektûbât-ı Rabbânî, 3. Cild, 17. Mektûb.
[6] İmam Kuşeyrî, er-Risâle, c. 2, s. 293.
[7] Tirmizî, Tefsir:39