Vefât ettiği gün olan 16 Mayıs günü vesilesiyle son Osmanlı pâdişâhı Sultan Mehmed Vahideddin Hân’ı rahmet ve minnetle yâd ediyoruz.
36. ve son Osmanlı pâdişâhı, 100. İslâm halîfesi olan Sultan Vahideddin Hân (6. Mehmed) 15 Ocak 1861 senesinde İstanbul’da Dolmabahçe sarayında doğdu. Babası Abdülmecid’in 8. oğlu olduğundan tahta çıkmak gibi bir ümidi yoktu. Bu sebeple gözden uzak bir şekilde büyüdü ve özellikle medrese eğitimine yönelerek ilmî alanda dirâyet kesbetti. Öyle ki bu durum, sultanlığı vetiresinde bazı şer‘î mesâili Şeyhülislam’la müzâkere edebilecek bir seviyede açığa çıktı.
Sultan 2. Abdülhamid Hân’ın uzun saltanat süresinde Çengelköy’deki köşkünde hayatına idareden uzak bir şekilde devam etti. Ağabeyi 5. Mehmed Reşad tahta çıktığında Sultan Abdülaziz Hân’ın oğlu Yusuf İzzeddin Efendi veliaht tayin edildiyse de onun şüpheli bir şekilde vefât etmesi üzerine bir anda veliahtlığa yükseldi ve Sultan 4. Mehmed Reşad’ın 3 Temmuz 1918’deki vefâtının üzerine tahta çıktı. Tahta çıktığında şöyle dediği rivâyet edilir: “Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan layıkıyla tahsil edemedim. Yaşım kemale erdi, dünyada bir emelim kalmadı. Biraderle hangimizin evvel gideceğimiz malum olmadığından bu makamı bekleyişte değildim. Fakat takdiri ilahi böyle teveccüh etti, bu ağır vazifeyi deruhte eyledim. Şaşmış bir haldeyim, bana dua ediniz.”
Tahta Çıktığı Dönemin Şartları
Şu bir hakîkât ki Sultan Vahideddin Hân tahta çıktığında Sultan 2. Abdülhamid Hân’ın aldığı bütün önlemlere rağmen devlet için artık yapılabilecek pek bir şey kalmamıştı. 1. Dünya savaşı henüz sonra ermemişti ve devletin toprakları işgal altındaydı. Özellikle İngilizlerin etkisiyle bazı bölgelerde birtakım şahıslar kraliyet ilan etme arzusu içerisindeydiler.
Sultanlığa vâsıl olduğu dönemi:“Ben tahtın kuştüyünden minderlerine değil, milletin ateşli külü üzerine oturdum” şeklinde tasvir eden Sultan Vahideddin Hân, bu duruma rağmen devlet işlerinde gayet etkili oldu. Devletler de insanlar gibidirler; kurulurlar, yaşarlar ve gün gelir yıkılırlar. Osmanlı Devleti de tarih sahnesinde yerini almış diğer devletlerden çok daha uzun süren bir saltanatın sonucunda aynı sona maruz kaldı. 1922’de saltanatın kaldırılmasının ardından Osmanoğulları, Sultan Vahideddin Hân ile birlikte, altı asır boyunca hâkim oldukları topraklardan ayrılmak zorunda bırakıldılar. Sultan Vahideddin Hân’ın yurt dışına çıkış şekli ve orada bulunduğu vetiredeki hareket tarzı, günün birinde geri döneceğine dair düşüncelerinin varlığını gösteriyordu. Ümit ettiği gibi olmadı. Bir süre Malta’da kaldıktan sonra Hicaz kralı Hüseyin’in daveti üzerine Hac için mukaddes topraklara gittiyse de İngilizlerin baskısı üzerine Mısır’a ve oradan İtalya’nın Cenova kentine yerleşti. 16 Mayıs 1926’da San Remo’da vefât eden Sultan Vahideddin Hân’ın cenazesi, kendisinin ‘kabri devletin son kalan toprakları dışında bulunan tek pâdişâh’ olarak anılmasına sebep olacak şekilde Şam’a getirilerek buradaki Sultan Selim Camii kabristanına defnedildi.
Osmanoğullarının zorunlu ikamet seneleri çok ağır şartlar altında geçti. Sultan Vahideddin Hân’ın tabutunun bir süre kilise morgunda bekletilmiş olması da bu dramın açık örneklerinden biridir.
“Ben, Hanedân-ı Âli Osmânı ve kendimi tarihe terk eyledim. Elbette namuslu tarihşinaslar çıkacak ve kendilerini hiçbir vesaikten mahrum etmediğimi görerek hakkımda hükme varacaklardır” diyen Sultan Vahideddin Hân ile ilgili hakikatler son yıllarda daha açıktan seslendirilir oldu. Yıllar yılı kendisine muhalif olarak gelişen siyasî akımlara mensup bazı kimseler dahi onun hakkının teslim edilmesi gerektiğine dair sözler söyleyip beyanat vermeye başladılar. Konuyla ilgili telif ve neşir faaliyeti de arttı. Temennîmiz odur ki hakikatler çok geçmeden gün yüzüne çıkacak, Sultan Vahideddin Hân ve hak gaspına uğramış diğer şahsiyetlerin hakkı teslim edilecektir. Mevlâ Te‘âlâ rahmet eylesin.