Nübüvvet nurundan uzaklaşıldıkça insanlarda dünyaya meyil, ibadette soğukluk ve sair manevi hastalıklar görüldü. Sahabe zamanındaki ihlas ve samimiyet yavaş yavaş yok olmaya başladı. Bu tehlikeyi gören büyük zatlar bu kutlu kervanı/tasavvuf yolunu tesis ettiler. Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) döneminde var olan ihlası temin etmek için hususi çalışmaları iltizam ettiler. Kimisi belirli sayıda zikri, kimisi tefekkürü vazife edindiler. Mesele Allah Teâlâ’nın razı olduğu bir kul olabilmekti.
Bu kutlu yolun büyüklerinden biri de İmâm Rabbânî (Kuddise Sirruhû)dur. O ömrünü zeval bulmayan bir iman elde etmek için harcamış ve herkese bunu telkin edip, elde etmeleri için uğraşmıştır.
İmam Rabbânî Hazretleri Nefs Hakkında Ne Buyuruyor?
Mektûbât isimli eserinde bu hususu farklı açılardan defaatle ele almıştır. Bunlardan bir tanesinde fıtratımızda bulunan nefsin, hastalığın başı olduğunu şu şekilde beyan etmektedir: “Ey kıymetli evladım! Bilesin ki (insandaki) nefs-i emmâre, rütbe ve baş olmak sevgisi üzere yaratılmıştır. Onun bütün hedefi bütün akranlarına üstün olmaktır. Bizzat arzusu ise mahlûkatın tamamının kendine muhtaç olmaları/emir ve yasaklarına boyun eğmeleridir. Kendisinin başkasına muhtaç olmasını veya başka birinin hükmü altına girmesini ebediyen istemez. Onun bu arzuları, ilahlık arzusundan kaynaklanmaktadır. Benzersiz ve eşsiz olan yaratıcısına ortaklık iddiasıdır. Hatta saadetten yoksun nefis ortaklığa bile asla razı olmaz. O tek başına hükmeden olmayı, herkesin de onun emrinde olmasını ister.
Hadîs-i kudsîde şöyle buyurulmuştur; “Nefsine düşmanlık et! Çünkü o bana düşmanlığa kalkışmıştır.”[1] Dolayısıyla bir kimsenin nefsine rütbe, makam, yükseklik ve kibir gibi istediklerini vererek onu terbiye etmeye çalışması, hakikatte Allah Teâlâ’ya düşmanlığında ona yardım etmesidir. Bu işin çirkinliğini anlayıp bu işten uzak durmak gereklidir.
Hadis-i kudsîde şöyle gelmiştir: “Büyüklük ridam, yücelik izarımdır. Kim bu ikisi hususunda benimle çekişip bu vasıfları kendinde görerek Allah Teâlâ’ya münazaaya kalkışırsa onu ateşe atarım hiç de aldırış etmem.”[2]
İmam Rabbânî (Kuddise Sirruhû) bir başka mektubunda, hasta olan nefsi tedavi etmeden iman muhafazasının zor olduğunu,tedavi etmenin ise şeriata ve sünnete yapışarak seyri sülük yoluna girmekle mümkün olacağını ifade etmiş ve şunları söylemiştir: “Allah Teâlâ’nın varlığı ve Rasûlüllâh olan Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in peygamberliği, hatta onun Allah Teâlâ tarafından getirdiği şeylerin tamamı bedihîdir, yani delile gerek olmadan bilinir. Bu hususta düşünmeye ve delile ihtiyaç yoktur.
Tabii bu haslet, aklın düşük dünyevî dertlerden ve mânevî hastalıklardan kurtulduğu vakittedir. Düşünmeye ve delile ihtiyaç ancak hastalıkların ve dertlerin bulunduğu zamanla sınırlıdır. Manevi hastalık ve göz perdelerinden kurtulduğumuzda ise delile ihtiyaç duyulmayan, aşikâr bir inançtan başka hiçbir şey yoktur.
Görülmez mi ki (tatlı yiyeceklerin tadını, acı bulmaya sebep olan) safra hastası, bu hastalık devam ettiği müddetçe şekerin ve balın tatlı olduğuna dair delil ister. Ancak bu hastalıktan kurtulunca kesinlikle delile ihtiyaç duymaz.
Hastalık olduğunda delile ihtiyaç duyulmasıyla, delile ihtiyaç duymadan, görür gibi inanması arasında, inanılacak şeyin zatı hususunda hiçbir fark yoktur. Görülmez mi ki şaşı olan kimse biri iki olarak görür, “bir değil” diye hüküm verir. O bu hususta mazurdur. Onun bu derdinden kaynaklanan yanlış hükmü, birin birliğini delilsizlikten çıkarmaz. Delille bilinen şeyler arasına da katmaz.
Delil sahası gerçekten çok dardır. Yakîni bir imanı delil, düşünme ve nazarî yollarıyla elde etmek imkânsızdır. Dolayısıyla yakîni imanı elde etmek için kalp hastalıklarını gidermek olmazsa olmazdır ve zaruridir.
Şekerin tatlılığını kesin bir şekilde elde etmek için safra hastalığını gidermek, şekerin tatlığına delil getirmekten daha iyidir. Safra hastalığından dolayı şekerin tadını acı hissedene delil getirerek onda kesin inanç nasıl hâsıl edilebilir?! İşte bizim bahsettiğimiz mesele de böylecedir. Çünkü nefs-i emmâre bizzat şer’î şerifi inkâr etmeye meyyaldir, onu acı görür. Yapısıyla da şeriatın çelişkili olduğuna hükmeder. Nitekim doğru olmadığını düşünüp, yalan ve yanlış hissettiği bu doğru hükümlerin haklılığına delil yoluyla inanması çok zordur. Neticede başka şekilde kesin inanç çok zor elde edileceğinden, nefsin tezkiye edilme fikri zaruri olmuştur.
“Nefsini temizleyen felaha ermiştir. Onu azdıran ise hüsrana uğramıştır.”[3]
Dolayısıyla bu parlak şeriatı ve pak dini inkâr eden kişinin şekerin tadını inkâr eden gibi bir hastalığa tutulduğu kesinleşmiştir.
Zarar vermez ufukta doğan kuşluk güneşine,
Görmemesi parlaklığını gözü olmayanın.
Allah Teâlâ âyet-i kerimesinde “onların kalplerinde hastalık vardır”[4] buyurmaktadır. İşte seyri sülük, nefis tezkiyesi ve kalbin tasfiyesinden esas gaye, hakiki imanın elde edilebilmesi için bu âyet-i celîlede işaret edilen manevi dertleri ve kalp hastalıklarını gidermektir.
Bu hastalıkla beraber îmânın bulunması sadece zahirendir. Çünkü nefs-i emmârenin hisleri bunun hilafını hükmedicidir. Küfründe ısrar edicidir. Bu sureta imanın benzeri safra hastasının vicdanen tersini hissedip hükmederek şekerin tatlı olduğuna inanması gibidir. Hal böyleyken sureta iman, küçük bir şüpheyle yok olup gitme tehlikesi taşır.
Nasıl ki şekerin tatlılığına hakiki iman, safra hastalığının gitmesinden sonra hâsıl oluyorsa, aynı şekilde ahkâmı şer’iyyenin haklılığına ve doğruluğuna hakiki iman da nefsin tezkiye edilip mutmain olmasından sonra hâsıl olur. O vakitte îmân vicdanen olur. İmanın kısımlarından bu kısım, yok olmaktan korunmuştur.”[5]
Büyük İşlere Vesîle Olan İşler de Büyüktür
Hülasa olarak mükellef olduğumuz şu dünyadan ahirete îmânla gidebilmek büyük bir iştir. Bu büyük işi sağlayan şeyler de büyüktür. Dolayısıyla tarikatlar da büyük müesseselerdir. Çünkü büyük bir işi temin etmektedirler. En kıymetli varlığımız olan îmânı koruyan ve tahkim eden bu müesseseler mühim bir sığınağımızdır. Fitne rüzgarlarından, küfür kasırgalarından bizi koruyan yegâne barınağımızdır. Hele hele şu ahir zamanda -insanların oluk oluk küfre girdikleri, hatta girdiklerinden haberdar bile olmadıkları bir zamanda- güvenli liman olan tekkelere girip alınan vazifeleri tam manasıyla yerine getirmek lazımdır.
Kul Îmânını Allah’ı Zikretmekle Korur
Kişinin îmânını muhafaza etmesi bakımından zikrin önemini, Tirmizî ve başkalarının yaptığı uzun rivayette Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şu şekilde ifade etmektedir: “… Ben size zikretmeyi emrediyorum. Bunun misali peşinden süratli bir şekilde düşman gelen bir adamın hâli gibidir. Ta ki o sapasağlam bir kaleye gelir. Kendini onlardan korur. İşte bir kul kendi imanını şeytandan ancak zikrullah ile korur…”[6]
Dipnotlar
[1] Bakınız: Tefsîr-i Kuşeyrî, 3/310 Dâru’l-Kütübi’l-İlmiye.
[2] Ebu Davud, Kitâbu’l-Libâs, No:4090, c.3, s.189; İbnü Mâce, Zühd, No:4174, c.2, s.1397.
[3] Şems Sûresi, 9-10.
[4] Bakara, 10.
[5] Mektûbât-ı Rabbânî, 52. Mektûb.
[6] Tirmizî, Sünen, Kitâbu’l-Emsâl, No:2863, c.5, s.148.