Genel anlamıyla insanın zihnine ve gönlüne konu olabilecek her şey ilmin kapsamındadır. İlim kelimesi lügatte: ‘bilmek, bir şeyin şuurda hâsıl olması, sağlam ve kesin olarak bilmek, deneyerek bilmek’ gibi anlamlara gelmektedir. Istılahta ise ‘Bir şeyin hakikatini idrâk etmek ve mâlum olan şeyin, olduğu hâl üzere bilinmesi’ şeklinde tarif edilmektedir.
İlim insanlara, dünya hayatını yaşamaları için lâzım olduğu gibi, ebedî hayat için de lazımdır. Hakikî ilim; insanların itikadî ve amelî mükellefiyetleri bilmek ve gereğini yapabilmek için sahip olmaları gereken ilimdir. Bu sebeple ulemâ, doğru olmayan türden malûmâtı ‘ilim’den saymamaktadır.
İlim, Allah Te‘âlâ’nın bir sıfatıdır ve “Rabbim, ilimce her şeyi kuşatmıştır”[1] ve “İlim ancak Allah katındadır”[2] şeklindeki âyetler ve Kur’ân-ı Kerîm’de bu konuyu vurgulayan daha pek çok âyet-i kerîme bu hakikati beyan eder.
İlim, pek çok dala ayrılmış ve bunların her biri ayrı ayrı ele alınmıştır; fakat ilmin özünü vahiyle gelen hakikatler oluşturmaktadır. Vahiy ile gelen hakikî ilmi kabul etmeyen kimsenin kendisinin de, sahip olduğu malûmatın da hiçbir kıymeti yoktur.
İlmin Zıttı Cehalettir
İlmin zıttı olarak tanımlanan cehâlet, aslolarak vahiyden bîgâne kalmanın bir karşılığıdır. ‘Ebû Cehil’e bu lâkabın takılması ve onun asırlar boyunca bu lâkapla anılagelmiş olması, bu anlayışa bağlıdır.
Âlimlerin en büyükleri peygamberlerdir. Zira onlar, insanların bilmediklerini bilirler ve onlara, bilmediklerini bildirirler. Bu hakikat ve onların ‘âlim’ vasfı Kur’ân-ı Kerîm’de çok açık beyan edilmiştir: “Nitekim içinizde sizden bir Rasûl göndermiştik ki; o sizin üzerinize âyetlerimizi peş peşe okumaktadır, sizi tertemiz yapmaktadır, size o (Kur’ân gibi kıyâmete kadar bâkî kalacak yüce) Kitabı ve hikmeti(; sünneti ve fıkhı) öğretmektedir ve bilmekte olmadığınız şeyleri size bildirmektedir.”[3]
Âlimler, Peygamberlerin Vârisleridir
Peygamberlik müessesesinin hitama ermesinin ardından ilim konusundaki bütün vazife ulemaya intikal etmiştir. Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), bu mirasın âlimlere intikalini, ilmin fazîletini de beyan buyurduğu şu hadîs-i şerîfiyle açıklamıştır:
“Her kim kendisinde (Allah’ın rızasına ulaştıran) ilmi talep edecek bir yolda yürürse, Allah (Celle Celâluhû) da onu cennet yollarından bir yolda yürütür. Muhakkak ki melekler ilim talebelerinden razı olduklarından onlara tevazu göstermek yoluyla kanatlarını yere koyarlar. (İlmiyle amel eden) Âlim için yerlerde ve göklerde olanlar, hatta suyun içindeki balıklar bile mağfiret talep eder. Âlimin, âbid olan kimseye üstünlüğü, ayın on dördündeki dolunayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin varisleridir. Muhakkak ki peygamberler miras olarak altın ve gümüş paraları bırakmazlar. Miras olarak ilmi bırakırlar. Kim bunu alırsa, (peygamberlerin mirasından) tam bir pay almış olur.”[4]
Talebelerin Yetişmesine Katkıda Bulunun
İsmailağa câmiası, Mahmud Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretlerimizin rehberliğinde hâfızlık müessesesine dünden bugüne çok önem vermiş, hâfızların yetiştirilmesi ve ilim tahsilinin sürdürülmesine yönelik faaliyetlerini seferberlik yoğunluğunda sürdürmüştür.Sadece İstanbul’da binlerce talebe hâfızlık ve İslâmî ilimlerin yolu olan Arapçaya ait ilimleri tahsil etmektedir. İsmailağa Hâfızlık ve Arapça medreseleri hakkında detaylı bilgi almak ve bu ilmî faaliyetlere ortak olmak için tıklayınız…
Dipnotlar
[1] En’âm Sûresi:80
[2] Mülk Sûresi:26
[3] Bakara Sûresi:151
[4] Tirmizî, İlim:19