Seferilik konusu, fıkıhta ve Müslümanların günlük hayatında mühim bir yer teşkil etmektedir. Konunun önemli noktalarından biri de darulharpte ikamet mevzuudur. Yazımızın buradan okuyabileceğiniz ilk bölümünde, “Vatan-ı Asli”nin tanımı üzerinde, buradan okuyabileceğiniz ikinci bölümünde “Kadının Vatanı” konusu üzerinde durmuştuk. Bu yazımızda ise “darulharpte yerleşmenin hükmü” konusunu inceleyeceğiz.
Darulharpte Yerleşmek
Darulharpte yerleşen Müslümanlar ile alakalı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
«أَنَا بَرِيءٌ مِنْ كُلِّ مُسْلِمٍ مَعَ مُشْرِكٍ»
“Ben müşrikler ile beraber bulunan Müslümandan beriyim”[1]
İmam-ı Tahavi bu hadis-i şerifin şerhinde “Bir Müslümana gâvur memleketinde yerleşmek helal değildir” demektedir.[2]
El-Mebsut sahibi es-Serahsi de aynı hadis-i şerifi delil göstererek “Müslüman darulharpte yerleşmekten men edilmiştir” demektedir.[3]
Yine es-Serahsi ilerleyen fasıllarda darulharpte yerleşmenin mekruh olduğunu ifade etmektedir.[4]
Bu ibareleri tevfik ettiğimizde, darulharpte yerleşmenin tahrimen/haram derecesinde mekruh olduğunu söylemek mümkün olur.
Ancak İslam’ı tebliğ etmek gibi bir maslahata mebni olarak orada bulunmanın bir sakıncası yoktur. Nitekim Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) amcası Abbas (radıyallahu anh) fetih gününe kadar Mekke’de ikamet etmiş ve son muhacir olmuştur.[5] Efendimiz bu zaman zarfında kendisine “senin burada kalman daha hayırlıdır” buyurmuştur.[6]
Böyle bir gayeye hizmet etmeksizin, sırf rahat yaşamak (?), para kazanmak gibi sebeplerle darulharbe yerleşmek tahrimen/haram derecesinde mekruhtur.
Pekiyi, Darulharp ikamete elverişli midir? Darulhabe yerleşildiği takdirde orası bir Müslüman için vatan-ı aslisi olabilir mi?
Kitaplarımızda nerelerin ikamete münasip olduğu ile alakalı teferruat mevcuttur.
El-Kasani bu hususta şöyle demiştir:
İkamete salahiyetli olan yerler; şehirler ve köyler gibi adeten yerleşim yeri olan mekânlardır. Sahralar, küçük adalar ve gemiler ve emsalleri ikamet yeri değildirler. Hatta kişi bu yerlerde on beş günden fazla kalmak istese mukim olmaz. İmam-ı Azam Efendimizden böyle nakledilmiştir. İmam-ı Ebu Yusuf ise Arap, Kürt ve Türklerden göçebe hayat yaşayanlar ile alakalı hükmün farklı olduğunu, onların çadırları ile bir yere yerleşmeleri durumunda orada mukim olacaklarını ifade etmiştir. [7]
Bir mekânın ikamete salahiyetli olup olmadığı hep bu minvalde tartışılmış ve göçebeler ile alakalı durum üzerinde durularak fetvanın İmam-ı Ebu Yusuf’a göre olduğu zikredilmiştir.[8]
Hatta İmam-ı Azam Efendimiz, darulharbe giden askerlerin ikamete niyet etmelerini, başlarına ne geleceğini bilemeyeceklerinden dolayı[9] sahih kabul etmemişken ve İmam- Züfer meseleyi “Müslüman askerlerin kuvvetli ve üstün olması durumunda ikamete niyetlerini mutlak olarak sahih görmüşken; İmam-ı Ebu Yusuf, İmam-ı Züfer’in görüşünü “Sahradalarsa ikamete niyetleri geçerli değildir. Şehrin içindelerse sahihtir. Zira şehir ikamet mahallidir” şeklinde kayıtlamıştır.[10]
İmam-ı Azam Efendimiz tarafından Darulharbin ikamete elverişli olmaması “mağlup olarak kaçmak zorunda kalma” illetine bina edilmiştir. Hatta İmam-ı Ebu Yusuf ve İmam-ı Züfer’in, Müslüman askerlerin kuvvetli ve üstün olması durumunda ikamete niyetlerinin sahih olacağı şeklindeki görüşlerine İmam-ı Azam Efendimiz tarafından “düşmanın tuzak kurmuş olma ihtimali” ile cevap verilmiştir.[11]
Görüldüğü İbarelerde, mutlak olarak tüm Müslümanlar için darulharbin ikamete elverişli olmadığı bir illet olarak zikredilmemiş, bilakis ikamete niyeti sahih olmayan kişiler “muharip olma” kaydıyla zikredilmiş[12] ve farklı görüşler ortaya konmuştur. Öyleyse darulharpte ikametin sahih olmaması muharip askerler için geçerlidir.
Muhitte açıkça “Darulharp, Müslümanlardan “muharip” olanlar için ikamete elverişli değildir” denmiştir.[13]
İbni Nüceym, Bahir’de şöyle demektedir:
Darulharbe eman alarak/izinli bir şekilde giren kişi, orada on beş günden fazla kalmaya karar verse namazları dört kılar. Çünkü oradakiler, emanlı/izinli olduğu için ona ilişmezler.[14]
Bu ibarelere rağmen darulhabe yerleşen kişiler için oranın vatan-ı asli olamayacağı iddia edilebilir. Şöyle denebilir:
Bu ibarelerin tamamını geçici ikamete hamletmek mümkündür. Darulharpde on beş günden fazla ama neticede geçici olarak ikamete niyet etmek başkadır, vatan edinerek kalıcı olmak başkadır. Neticede orası darulharp olduğına göre kalıcı olarak vatan edinmek mümkün değildir.
Bu hususa cevap olarak şu ibareler zikredilebilir:
Kâfir, darulharpte Müslüman olsa ikameti üzere bakidir. Eğer kâfirlerden kaygı duyarak kaçsa ve seferi mesafe uzaklıktaki bir yere gitmeye niyet etse seferi olur.[15]
Görüldüğü gibi seferi mesafeden az bir yere gidecek olsa ikameti bozulmamaktadır.
İnaye sahibi el-Baberti, başka bir meseleyi izah sadedinde fakat mezkûr meseleye de ışık tutacak şu cümleleri sarf etmiştir:
Mevzubahsimiz, bir Müslümanın, Müslüman bir kadın ile darulharpteki vatanında nikâh kıyması, sonrasında boşanmaları ve kadının çocuğu ile darulharbe gitmek istemesidir. İş bu kadının bu teşebbüsüne izin verilmez.[16]
Görüldüğü üzere el-Baberti, Müslüman bir kadının darulharpteki vatanına atıfta bulunmuştur.
Buraya, kitaplarımızda “müstemen” (Emanlı kişi) babında işlenen şu meseleyi de eklemek yerinde olur.
Darulharbe eman ile giren kişi öldürülse, diyet gerekir fakat kısas gerekmez. Darulharpte yerleşik olan Müslüman öldürüldüğünde nasıl diyet gerekiyor ama kâfirleri itibarlı göstermesi sebebi ile kısas hükmü uygulanmıyorsa, kalıcı olmasa da eman ile darulharbe giden kişinin bu işi, bir yönüyle onları itibarlı gösterdiği için kısas hükmünün düşmesi icap eder. Her ne kadar Camiü’s-sağir şerhlerinde, meselede bir ihtilaf olduğu zikredilmese de, Kâdı Han, İmam-ı Ebu Yusuf ve İmam-ı Muhammed’den, emanlı kişide kısasın gerekli olduğu görüşünü nakletmiştir.[17]
Bu ibareler ile alakalı da “Birinci ibaredeki kişi, zaten hâlihazırda darulharpte yerleşik olan ve sonradan Müslüman olan bir kişidir. İkinci bir vatan edinmediği müddetçe birinci vatanı bozulmaz. İkinci ibaredeki kadını ve üçüncü ibaredeki maktulü de bu şekilde tasvir etmek mümkündür. Aksine bir şey zikredilmemiştir. Öyleyse bu ibareler, darulharbi sonradan vatan edinmenin makbul olup, olmadığını bize vermez” denebilir.
Esasen kadına ve maktule yapılan itiraz zorlamadır. Fakat yine de, kişinin sonradan darulharbe gidip orayı vatan edinmesi ile alakalı kati bir ibare bulmak doğru olur. Aradığımız bu ibare ile “Damat” diye meşhur, “Mülteka” şerhi “Mecmaü’l-enhur”da karşılaşıyoruz.
Hür olsun, cariye olsun; Yahudi olsun veya olmasın; darulislam veya darulharp sakinlerinden olsun fark etmez, ehlikitap bir kadın ile evlenmek sahihtir. Ancak darulharpte yerleşik olan bir kadın ile darulharpte nikâh kıymak mekruhtur. Bu hususa “Darulharpte yerleşmeyi kast ederek nikâh kıymak mekruhtur, yoksa mekruh olmaz” diyenler olmuştur.[18]
Burada “Nikâh zaten bir yeri kendiliğinden vatan-ı asli yapar. Bu kişinin iradesinde değildir. Kişinin iradesiyle Darulharbe yerleşmesine delil getirin” diye bir itiraz getirilemez. Zira sırf nikâh kıymanın bir yeri vatan yapmayacağını geride izah etmiştik.
Damat efendinin mezkûr ifadeleri “mevzubahis kişinin yerleşme niyetidir ve ibare ona göre sevk edilmiştir. Yoksa darulharbe yerleştiği için oranın vatan-ı asli hükmünü alacağından bahsedilmemiştir” şeklinde tahlil edilebilir.
Öyleyse inkârı kabil olmayan bir katiyete ulaşabilmiş değiliz. Fakat şunu diyebiliriz:
Darulharp vatan-ı asli olmaya elverişli ise, adeten yerleşim yeri olan şehirler ve köyler ifadesi ona da şamil olacağından ayrıyeten zikrine hacet olmazdı. Ama eğer Darulharp vatan-ı asli olmaya elverişsiz ise, bunun, sahralar, gemiler ve küçük adacıkların yanında, açıkça zikredilmesi beklenirdi. Hakkında açık bir ibarenin bulunmaması birinci ihtimali ziyadesiyle kuvvetlendirmektedir.
Metinlerdeki bu işaretlerden kat-ı nazar edersek, fıkhı kaidelere dayanan bir mantık yürütme ile İmamların arasını ayırmaksızın, “Nasıl eman ile darulharbe giren kişinin ikamete niyeti muteber ise, eman ile darulharpte yerleşen kişininde mezkûr niyeti muteberdir” denebileceği gibi “Kişi emanlı dahi olsa darulharp, kalıcı olarak yerleşik bulunmaya elverişli değildir. Zira orası darulharptir ve her an sulh bozulabilir. Kalıcı olmak ise uzun bir müddettir” de denebilir. İmam-ı Ebu Yusuf ve İmam-ı Züfer, muharip Müslümanlar için galebe halinde ikamete niyeti sahih görseler de, müddetin uzunluğuna itibarla bu meselede aksini düşünebilirler.
Belki burada her iki tarafın muharip Müslümanlardaki asıllarına binaen şöyle bir tahriçte bulunmak da mümkündür:
İmam-ı Ebu Yusuf ve İmam-ı Züfer, muharip olmayan Müslümanlarda emana; muharip Müslümanlarda da zahir-i hal olarak galebeye itibar ettikleri gibi, bu meselede de, her ne kadar kalıcılıktan dolayı müddet uzun olsa da, geçici olanın emanına benzeterek veya en azından “Kalıcı olanın emanı, geçici olanın emanı gibi olmasa da, muharibin galebesinden aşağı değildir” diyerek emana itibar edebilirler.
İmam-ı Azam Efendimiz ise, her ne kadar emanlı kişi için darulharbin geçici ikamet yeri olabileceğini kabul etse de, mevzubahis kalıcı ikamet olunca, müddetin uzunluğundan ve bu müddet zarfında sulh her an bozulabileceğinden dolayı, muharip Müslümanlardaki galebeye itibar etmediği gibi burada da emana itibar etmeyerek, vatan edinme niyetini geçersiz sayabilir.
Neticeye varmadan evvel şunu da ifade edelim ki: bir yerin vatan-ı asli olması, tamamen, seferilikten neşet eden hükümlerde yerleşik bulunduğu yeri istisna etmek içindir. Yoksa “vatanseverlik” gibi manevi bir durum değildir. Ayrıca darulharbi bir kişi için vatan-ı asli saymak, bu durumun meşru olmasını gerektirmez. Geride de zikrettiğimiz gibi tebliğ niyetinin dışında darulharpte yerleşmek haram derecesindedir. Ancak bir şey, bir itibarla gayrimeşru iken, başka bir itibarla üzerine hüküm bina edilebilir. Bu Hanefilerin meşhur kaidesidir.
Netice olarak her iki ihtimalin de makul sebepleri vardır.
Geride de ifade ettiğimiz gibi, ibarelerde aksinin zikredilmemesi darulharbin vatan-ı asli olarak itibar edilme ihtimalini kuvvetle destekler.
İnsanların vatan-ı asli algısı da göz önünde bulundurulduğunda, günümüzde darulharbe yerleşmeye heves eden gafil Müslümanların darulislama aidiyetlerini kuvvetlendirmesi açısından darulharbe vatan-ı asli olarak itibar etmemek ise belki de daha hoştur.
İsmailağa Fıkıh Kurulu
Dipnotlar
[1] Müsnedü’ş-Şafii, r.976; et-Tahavi, Şerhu müşkili’l-asar, r.3233; İbn Ebi Şeybe, r.37785; Nesai, r.6982; Beyhaki, el-Kübra, r.16913; Tberani, Mucemu’l-kebir, r.2265.
[2] Et-Tahavi, Şerhu müşkili’l-asar, r.3233, c.8, s.227.
[3] Es-Serahsi, el-Mebsut, c.10, s.77.
[4] Es-Serahsi, el-Mebsut, c.10, s.163.
[5] Ahmet b. Hanbel, r.1812; Taberani, r.5828; bu Yala, r.2646, Ruyani, r.1061.
[6] İbnü’l-Esir, Üsüdü’l-ğabe, 576.
[7] El-Kasani, Bedaiu’s-sanai’, c.1, s.98.
[8] El-Fetava’l-Hindiyye (Şeyh Nizamettin riyasetinde Hint ulemasından bir heyet), c.1, s.139; Fahrettin ez-Zeylai, Tebyinu’l-hakayık, c.1, s.212; İbni Nüceym, el-Bahru’r-raık, c.2, s.145.
[9] Bu hususta İbni Abbas (radıyallahu anh)’dan İmam-ı Azam Efendimizin görüşünü destekleyen bir nakil de mevcuttur. Bkz. El-Kasani, Bedaiu’s-sanai’, c.1, s.98; Burhanettin İbni Maze, el-Muhitu’l-burhani, c.2, s.88.
[10] Es-Serahsi, Şerhu’s-siyeri’l-kebir, c.1, s.255; Fahrettin ez-Zeylai, Tebyinu’l-hakayık, c.1, s.212; Burhanettin İbni Maze, El-Muhitu’l-burhani, c.2, s.88.
[11] El-Kasani, Bedaiu’s-sanai’, c.1, s.98; Fahrettin ez-Zeylai, Tebyinu’l-hakayık, c.1, s.212; Burhanettin İbni Maze, el-Muhitu’l-burhani, c.2, s.88.
[12] El-Kasani, Bedaiu’s-sanai’, c.1, s.98; İbni Nüceym, el-Bahru’r-raık, c.2, s.145; İbni Abidin, Reddü’l-muhtar, c.6, s.5.
[13] Burhanettin İbni Maze, El-Muhitu’l-burhani, c.2, s.88.
[14] İbni Nüceym, el-Bahru’r-raık, c.2, s.145.
[15] İbrahim el-Halebi, Ğunyetü’l-mütemelli, s.290.
[16] El-Baberti, el-İnaye Şerhu’l-hidaye, c.6, s.194.
[17] El-Baberti, el-İnaye Şerhu’l-hidaye, c.8, s.56; İbnu’l-Hümam, Fethu’l-Kadir, c.13, s.104.
[18] Şeyhzade (Abdurrahman b. Muhammet el-Geliboli), Mecmaü’l-enhur (Damat), c.1, s.482.