Cenâb-ı Hak, gökleri ve yeri boşuna yaratmadı. Büyük hikmet ve maslahatlar gereği yarattı. Göklerin ve yerin yaratılışında, ancak akıl sahipleri için büyük âyetler vardır. Onların dışındakiler; ver yesinler, sonra da uzanıp yatsınlar!
Peki, hâlis akıl sahipleri kimlerdir?
اَلَّذ۪ينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ﴿
﴾رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلًاۚ سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
«O (hâlis akıl sahibi) kimseler ki; ayakta duranlar, oturanlar ve yanları üzere (yaslanmış) bulunanlar hâlinde Allâh’ı sürekli zikrederler ve (bu zikir neticesinde kalpleri uyanır da) göklerle yerin yaratılışı hakkında iyice düşünürler(, sonra bu tefekkür sayesinde, Allâh-u Te‘âlâ ile aralarından perdeler kalkarak şu münâcâtlarda bulunurlar): “Ey Rabbimiz! Sen işte bun(ca mahlûk)u(, mükellefler Seni bilip kulluk ederek mânevî civarında ebedî hayata nâil olacakları bir yaşam sahasına sahip olsunlar diye halkettin; yoksa boş yere, gayesiz ve) bâtıl bir şey olarak yaratmadın! (Boş yere bir şey yaratmaktan ve abesle iştigalden) tenzîh Sana! Öyleyse (mahlûkatın hakkında tefekkürü bırakmamız ve emirlerini terk etmemiz durumunda hak edeceğimiz) o (cehennem) ateşin(in) azâbından bizi koru!»[1]
Kolay mı hâlis akıllı olmak! İnsan her durumda; ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken zikrullâha devam edince kalbi uyanır. Kalbi uyanınca da, tefekkür etmeye başlar. Yerin ve göklerin yaratılışı hakkında, derin düşünceye dalar. Tefekkür ede ede, kâinat perde olmaktan çıkar ve kul: “Ey Rabbimiz! Sen, bu kâinatı boşuna yaratmadın!” der.
“اَلتَّفَكُّرُ الْاِنْتِقَالُ مِنَ الْبَاطِلِ اِلَى الْحَقِّ”
“Tefekkür, batıldan hakka intikaldir.”
İnsan, Allâh (Celle Celâluhû)nü zikretmeden evvel, bütün bunlara Allâh-u Te‘âlâ’nın yaratmış olduğunu düşünmeden bakıyordu. Şimdi ne oldu? Bunların, Mevlâ (Celle Celâluhû)nün yaratmasıyla, kudretiyle olduğunu anladı. Bunu anlayınca da, Mevlâ (Celle Celâluhû) ile konuşmaya başladı.
Herkes, Mevlâ (Celle Celâluhû) ile konuşur. Ama çoğu kimse sadece lisanıyla “Allâh” der, kalbi ondan gafildir, dünyalıktadır. Bu maskaralıktır!
Cenâb-ı Hâk, Sûre-i Sâd’da buyuruyor:
وَمَا خَلَقْنَا السَّمَٓاءَ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا بَاطِلًاۜ ذٰلِكَ ظَنُّ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۚ فَوَيْلٌ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا﴿
﴾مِنَ النَّارِۜ
“Biz gökle yeri ve ikisi arasındakileri (gayesiz ve maksatsız bir şekilde) bâtıl olarak yaratmadık! İşte (dirilmeyi ve hesaba çekilmeyi inkâr ederek) bu(nca yaratığın boşuna halk edildiğini ve herkesin yaptığının, yanına kâr kalacağını kabullenmek), o kâfir olmuş kimselerin düşüncesidir. Artık o inkâr etmiş kimseler için o (cehennem) ateş(ine gireceklerin)den dolayı büyük bir helâk vardır.”[2]
Zikrullâh’a devam etmekle kalpleri uyanarak tefekküre dalanlar: “Yâ Rabbi! Yerleri ve gökleri, Sen boşuna yaratmadın!” diyorlar. Sonra da bu sözlerini (سُبْحَانَكَ) “Seni, boşuna yaratmaktan tenzîh ederiz” sözüyle tekit ediyorlar. Arkasından (فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ) “Bizi cehennem azabından koru!” diyerek Mevlâ (Celle Celâluhû)ne sığınıyorlar.
Bu sözleriyle de: “Yâ Rabbi! Şimdiye kadar bu hakikati anlayamadığımızdan dolayı ateş azabına lâyık olduk. Şimdi hatamızı anladık. Öyle olunca, bizi cehennem azabından koru” demiş oluyorlar.
Ben, Efendi Babam (Kuddise Sirruhû) kadar Kur’ân-ı Kerîm’e mânâ vermeye ehil bir kimse görmedim.
Not. Mahmud Efendi Hazretlerimizin Sohbetler kitabının 5. cilt, 506-508. sahifelerinden derlenmiştir.
Dipnotlar