İnsanlığın kurtuluşu için gönderilen son ve en büyük peygamber, bizim Peygamberimiz Hazreti Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) 571 yılında Kameri aylardan Rebiü’l-evvel ayının 12. gecesi doğmuştur. Bu mübarek geceye “Mevlid Gecesi” denir. O’nun (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) doğduğu çağda dünyanın her tarafında cehalet, zulüm ve ahlâksızlık almış yürümüş, Allah Celle Celâlühû inancı unutulmuş, insanlık korkunç ve karanlık bir duruma düşmüş, dünya yaşanmaz hale gelmişti. Yeryüzünü mânevî bir karanlık kaplamıştı. Mevcudat, beşerin zulüm ve vahşetinden adeta mâteme bürünmüştü. Gözyaşı döken gözler değil, ruh ve kalpler idi. Kalp ve ruhların keder, elem ve gözyaşına âlem de iştirak etmiş, sanki umumî yas ilan edilmişti!
Yeryüzü saâdetin, sevincin ve huzurun kaynağı olan “tevhid” inancından mahrumdu. Küfür ve şirk fırtınası, ruhları ve kalpleri kasıp kavurmuştu. Gönüllerde tek mâbud yerine, birçok bâtıl ilâh yer almıştı! Hakikî sahibini arayan ruhların feryadı ortalığı çınlatıyordu. İnsanlar, birbirini yiyen canavarlar misâli vahşîleşmiş, küfür, şirk, cehalet ve zulüm bataklığında boğulmaya yüz tutmuşlardı. Zâlimin zulüm kamçısı altında mazlum inim inim inler hale gelmişti.
Âlem mahzun, varlıklar mahzun, gönüller mahzun ve simalar mahzundu. Akıl, ruh ve kalpleri mânevî kıskacı altına alıp olanca kuvvetiyle sıkan bu küfür ve şirke, bu dalâlet ve cehalete, bu hüzün ve sıkıntıya beşerin daha fazla katlanmasına Allâh-u Azze ve Celle’nin sonsuz merhameti elbette müsaade edemezdi! Bütün bunlara son verecek bir zâtı, şefkat ve merhametinin bir eseri olarak elbette gönderecekti!
İşte, o zât geliyordu!