Cinlerin yeryüzünde fesat çıkarmalarının akabinde[1] insanoğlunu yaratan Allâh-u Te’âlâ ona sayısız nimetler bahşetmiştir. Âyet-i kerîmede “Allâh’ın nimetlerini saymaya kalkışırsanız o nimetleri sayıp bitiremezsiniz” [2] buyurulmaktadır.
Allâh-u Te’âlâ’nın insanoğluna bahşettiği nimetlerden biri de onu eşref-i mahlûkât (yaratılanların en şereflisi) kılması ve ahsen-i takvîm (en güzel surette) yaratmış olmasıdır. Nitekim bir âyet-i kerîmede “Andolsun, biz Âdem’in oğullarını şerefli kıldık.”[3], diğer bir âyet-i kerîmede ise “Elbette biz insanı en güzel bir biçimde yarattık”[4] denilmektedir.
İnsanoğluna bahşedilen diğer büyük bir nimet ise bütün yeryüzünün ona müsahhar/hizmetkâr kılınmış olmasıdır. Bu anlamda âyet-i kerîme: “O, göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi tarafından sizin hizmetinize verdi”[5] demektedir.
Ancak sayısız nimetin verildiği insanoğlu yeryüzünde başıboş ve amaçsız bir şekilde bırakılmamış, bilakis yeryüzü hayatı onun için bir imtihan yurdu kılınmış ve diğer birçok mahlûkâtın aksine insanoğlu mükellef/sorumlu bir varlık olarak yaratılmıştır.
Nitekim âyet-i kerîme’de “İnsan başıboş bırakılacağını mı zanneder?”[6] denilmektedir. Bu âyet-i kerîme’nin tefsirinde ise İmâm Şafii (Rahmetullâhi Te’âlâ Aleyh) “Bildiğim kadarıyla Kur’ân-ı Kerîm âlimleri سُدًى (başıboş)’tan maksat “hakkında emir ve nehiy bulunmayan kişi” kastedildiği hususunda ihtilaf etmemişlerdir.” demektedir.[7]
Âyet-i kerîme’de Allâh-u Te’âlâ kâinâtın yaratılışının gayesiz olmadığını şöyle ifade etmektedir: “Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri eğlence olsun için yaratmadık. Biz onları hak olan bir sebebe binaen yarattık.” Âyet-i kerîme’de geçen “hak sebep” ise İbn Cerir et-Taberi’nin de ifade ettiği gibi emir ve yasaklar ile insanoğlunun imtihan edilip, itaat edenin mükâfatlandırıp asi olanın ise cezalandırılmasıdır.[8]
Bundan anlaşılacağı üzere Allâh-u Te’âlâ’nın emirleri ve yasakları insanoğluna amaç ve hedef vermekte, Allâh-u Te’âlâ’ya kulluk etmekle onu gayeli bir insan hâline getirmekte; bunun aksine emir ve yasaklardan bağımsız olarak yaşayan insan ise yaratılış gayesinden uzaklaşarak başıboş ve amaçsız bir kişi hâline gelmektedir. Nitekim dinden uzak bir hayat yaşayan kimselerin fıtri olan ve bir amaç ve hedefe matuf bir şekilde hayatı yaşama duygularını tatmin edemedikleri için manevi boşluğa düştükleri de özellikle zamanımızda çokça müşahede edilen bir hakîkat haline dönüşmüştür.
Yaratılış ve Kulluk
Diğer bir âyet-i kerîmede Rabbimiz (Celle Celâlühû) yaratılış gayemiz olan ibadet mükellefiyetimizi şöyle ifade buyurmaktadır: “Ben cin ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan bir rızık istemiyorum. Beni yedirmelerini de istemiyorum.”[9]
İmam Nevevi’nin de Riyazu’s-Salihin adlı eserinde belirttiği gibi âyet-i kerîme gayet açık bir şekilde insanın yaratılış gayesinin ibadet olduğunu ifade etmektedir. O halde insanın yaratılış gayesini önemsemesi ve zühd yolunu tutarak dünyanın geçici zevklerinden yüz çevirmesi gerekmektedir.[10]
Başka bir âyet-i kerîmede insanoğlunun görevinin ibâdet olduğu şöyle ifade edilmiştir: “Onlara sadece şu emredilmişti: Bâtıl dinleri bırakarak yalnız Allâh’a yönelip ona itaat etsinler, namazı kılsınlar, zekâtı versinler.”[11]
İnsanın asıl gayesinin ibâdet olduğunu en iyi bir şekilde idrak eden elbette ki Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) olmuş, peygamberliği öncesinde dahi Hira mağarasında inzivaya çekilerek Rabbine ibadetle meşgul olmuştur.[12] Daha sonralarında ise Hazreti Aişe Annemiz (Radıyallâhu Te’âlâ Anhâ)’nın anlattığı üzere ayaklarında çatlaklar oluşuncaya kadar gece namazı kılmıştır.[13]
Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)‘den sonra ise Ashâb-ı Kirâm Efendilerimiz kendilerini tamamen bu gayeye adamışlardı. Bu sebepledir ki Ashâb-ı Kirâm birçok Hadîs-i Şerîfte varit olduğu üzere Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’e “Amellerin/ibâdetlerin en fazîletlisi/en hayırlısı hangisidir? Ey Allâh’ın Râsûlü!” anlamında sorular sormuşlardır.[14]
İslâmiyet’ten önceki hayatında maddî açıdan bolluk içinde olan Hazreti Musab bin Umeyr (Radıyallâhu Te’âlâ Anh)’ı deri parçası ile yamalanmış tek parça elbise giymiş bir şekilde gören Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), Ashâb-ı Kirâm’a gaybten haber de vererek şöyle demiştir: “Sizden birinizin akşam bir elbise, sabah başka bir elbise giyebileceği, önündeki yemek tabağının kaldırılıp diğerinin konulduğu ve Kâbe’nin örtüldüğü gibi evlerinizin de örtülerle örtüldüğü günler geldiğinde nasıl bir durumunuz olacaktır?” Bunu duyan Ashâb-ı Kirâm daha fazla ibadet edebilecekleri vakit elde edeceklerini düşünerek Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’e şöyle cevap vermişlerdir: “Ey Allâh’ın Râsûlü! O gün biz, bugünkü hâlimizden daha iyi bir durumda oluruz. Zira geçimimizi temin ettiğimizden kendimizi ibadete veririz.” demişlerdir. Ancak Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlardır: “Siz, bugün (bu halinizle) o günkü halinizden daha hayırlısınız.”[15] Hadîs-i şeriften Ashâb-ı Kirâm’ın ibâdete olan iştiyakı ve ancak geçim temini mecbûriyeti gibi durumların onları kendilerini tamamıyla ibadete vermekten alıkoyabildiği anlaşılmaktadır.
Bu ibâdet iştiyakı sebebiyledir ki Hazreti Ömer (Radıyallâhu Te’âlâ Anh) insanlara yatsı namazını kıldırdıktan sonra evine geçer ve sabah namazı vaktine kadar geceyi namazla ihya ederdi.[16] Hazreti Osman (Radıyallâhu Te’âlâ Anh) ise bütün bir geceyi bir rekâtta Kur’ân-ı Kerîm’i hatmederek ihya etmiştir.[17] Temim ed-Dârî (Radıyallâhu Te’âlâ Anh) da bir gece “Yoksa kötülük işleyenler, hayatlarında ve ölümlerinde kendilerini, imân edip sâlih amel işleyen kimselerle bir tutacağımızı mı zannettiler?” âyetini (havfa/korkuya düşerek) tekrar tekrar okuyarak sabah namazı vakti girinceye veya yaklaşıncaya kadar namazda kalmıştır.[18] Benzeri ibâdete düşkünlüğü Ashâb-ı Kirâm ve aynı şekilde Tâbiîn ve Eslâf-ı Sâlihîn’imizin diğer fertlerinde de elbette mevcuttur.[19]
Zamanımızda ehl-i İslâm uzun bir müddetten beri dünya üzerindeki etkisini yitirmiş, tarih içindeki hükümran konumundan hükmedilen bir konuma düşmüş ve bunun neticesinde ciddi birçok problemle karşı karşıya kalmıştır. Müslümanların târihteki asıl mevkilerine yükselip tekrar hükümran ve galip olabilmeleri ise elbette bizi yaratan ve hâkim-i mutlak olan Allâh-u Te’âlâ’ya itaat ve salih amel yapmakla mümkün olabilir. Ehl-i İslâm’ın küffâr saldırılarından kurtularak tekrar eski izzet ve hâkimiyetine nâil olabilmesinin en önemli şartının topyekûn yaratılış gayemiz olan sâlih amel, ibâdet ve Allâh-u Te’âlâ’ya ubûdiyet olduğuna delalet eden âyet-i kerîmeleri makalenin sonunda zikretmekteyiz.
Kulluk ve Allah Te‘âlâ’nın Yardımı
“Gevşemeyin, üzülmeyin! Eğer inanıyorsanız üstün olan sizsiniz.”[20]
“Allâh kendisin (in dinin)e yardım edenlere mutlaka yardım eder. Allâh elbette kavi (kuvvetli) ve yücedir. (Bu yardıma) o kimseler (nail olacaktır) ki; kendilerine yeryüzünde bir güç ve hakimiyet verecek olsak namazı hakkıyla edâ eder, zekâtı verir, iyilikleri emreder ve kötülüklerden de nehyederler.”[21]
“Allâh, iman edip sâlih ameller işlemiş bulunanlara vaatte bulunmuştur ki; elbette kendilerinden evvelkileri yeryüzünde halîfe/hükümran kıldığı gibi onları da yeryüzünde halîfe/hükümran kılacak, onlar için seçtiği dini (İslam’ı) ber karar kılacak ve korkularının ardından onları(n durumlarını) emniyetli bir duruma çevirecektir. Bu kimseler bana ibâdet etmekte, bana hiçbir şeyi şirk koşmamaktadırlar.”[22]
Âyet-i kerîme’yi tefsir eden hâfız müfessir İbnü Kesîr Allâh-u Te’âlâ’nın bu vâdinin asrı sâdette kâmilen tahakkuk ettiğini şöyle ifade etmektedir: “Bu, Allâh-u Te’âlâ’nın Peygamberi (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’e vaadidir ki ümmetini yeryüzünün halîfeleri yani önder ve emirleri kılacak ve ülkelerde onlar ile salâha erecek insanlar onlara boyun eğecektir… Nitekim -hamd olsun ki- Allâh-u Te’âlâ bu vaadini yerine getirmiştir. Zîrâ Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) vefât etmeden önce Allâh-u Te’âlâ’nın yardımıyla Mekke, Hayber, Bahreyn, Arap yarım adasının geri kalanı ve Yemen’in tamamı fethedilmiş, Hecer Mecûsîleri ve Şam kıyılarının bir kısmından cizye alınmaya başlanmış, Bizans kralı Hirakl (Hirakliyus), Bizans’ın Mısır ve İskenderiye genel vâlisi Mukavkıs, Umman kralları, Esbaha’dan sonra gelen Habeşe kralı Necaşi kendisine hediyeler göndermiştir.
Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) vefât edip Allâh-u Te’âlâ’nın katındaki makâmına yükseldikten sonra ise idareyi Halîfesi Ebû Bekir Sıddîk (Radıyallâhu Te’âlâ Anh) ele alıp, Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in vefâtı sebebiyle oluşan zâfiyet dağınıklığını bir araya topladı, Arap yarımadasını sağlamlaştırdı, Hazreti Hâlid bin Velid (Radıyallâhu Te’âlâ Anh) komutasında Pers ülkelerine İslâm ordularını gönderdi. Halid bin Velid İran’ın bir kısmını fethetti, bir kısım İranlıları da (savaşta yenerek) öldürdü. Diğer bir orduyu Hazreti Ebû Ubeyde (Radıyallâhu Te’âlâ Anh) ve beraberindekiler ile Şam diyarına gönderdi. Diğer üçüncü bir orduyu ise Hazreti Amr ibni As (Radıyallâhu Te’âlâ Anh)’ın komutasında Mısır’a gönderdi…
Hazreti Ebû Bekir (Radıyallâhu Te’âlâ Anh)den sonra ise Hazreti Ömer (Radıyallâhu Te’âlâ Anh) sağlam bir şekilde görevi üstlenmiştir. Ve kâinât Peygamberler (Aleyhimu’s-Salâtü ve’s-Selâm)den sonra sağlam bir gidişat takip etmesi ve kâmil bir adâlet üzere olması hususunda onun gibisi etrafında dönmüş değildir (benzeri dünyaya gelmiş değildir). Hilâfeti zamanında Şam beldeleri tamamıyla, Mısır baştan sonuna kadar ve Pers bölgelerinin çoğu fethedilmiş, Kisra (Arap Sasani hükümdarı) paramparça edilip hâkir değersiz bir duruma düşürülmüş ve memleketinin en uç bölgesine kadar çekilmiştir. Kayser (Roma imparatorunun hâkimiyeti) küçültülmüş elini eteğini Şam diyarından çekerek Kostantiniye’ye çekilmiştir. Bu ikisinin hazîneleri Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in de haber ve vâdettiği gibi Allâh yolunda harcanmıştır.
Hazreti Osman (Radıyallâhu Te’âlâ Anh)’ın hilafetinde ise İslâm beldeleri yeryüzünün batı ve doğusunun en uzak köşelerine kadar uzanmış, Mağribin en uç noktası Endülüs, Kıbrıs, Kayrevan beldesi, Sebte beldeleri fethedilmiştir…[23]
Dipnotlar
[1] Bakara Süresi, Âyet No: 30 ile ilgili tefsir kitapları; Hakim en-Nesaburi, el-Müstedrekale’s-Sahihayn, Daru’l-Marife, Beyrut, c. 2, s. 261.
[2] Nahl Süresi, Âyet No: 18.
[3] İsra Süresi, Âyet No: 70.
[4] Tin Süresi, Âyet No: 4.
[5] Casiye Süresi, Âyet No: 13.
[6] Kıyame Süresi, Âyet No: 36.
[7] İmam Şafii, Ahkamu’l-Kuran, İmam Beyhaki’nin toplaması, thk. Abdulgani Abdülhalik, Mektebetü’l-Hanci, Kahire, 2. bsk., c. 2, s. 123; İbn Kuteybe, TefsiruGaribi’l-Kuran, thk. Seyyid Ahmed Sakar, Daru’l-Kütübü’l-İlmiye, Beyrut, s. 501.
[8] İbn Cerir et-Taberi, Tefsiru’t-Taberi, thk. Abdullah b. Abdilmuhsin et-Türki, Daru Hecer, Kahire, 1. bsk., 21, s. 51.
[9] Zariyat Süresi, Âyet No: 56-57.
[10] İmam Nevevi, Riyazu’s-Salihin, thk. ŞuaypArnaut, Daru’l-Memunli’t-Turas, Dimeşk, 2. bsk., s. 1.
[11] Beyyine Suresi, Âyet No: 5.
[12] Sahihu’l-Buhari, Hadis No: 3.
[13] Sahihu’l-Buhari, Hadis No: 4837.
[14] Örnek olarak bkz. Sahihu’l-Buhari, Hadis No: 1519, 2518, 6465, 7534.
[15] Sünenü’t-Tirmizi, Hadis No: 2476. İmam Tirmizi bu hadisin hasen olduğunu ifade etmiştir.
[16] İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, thk. Abdullah b. Abdilmühsin et-Türki, DaruHecer, Kahire, c. 10, s. 185.
[17] Ebu Nuaym el-Esbehani, Hilyetü’l-Evliya, Daru’l-Fikr, Beyrut, c. 1, s. 51.
[18] Zehebi, SiyeruAlami’n-Nübela, thk. ŞuaypArnaut, Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 3. bsk., c. 2, s. 445.
[19] Konu ile ilgili olarak İmam Leknevi’nin İkametü’l-Hucce ala enne’l-İksaremine’t-Teabbudi Leyse bi Bida adlı eseri mütalaa edilebilir.
[20] Ali İmran Süresi, Âyet No: 139.
[21] Hacc Süresi, Âyet No: 40-41.
[22] Nur Süresi, Âyet No: 55.
[23] İbn Kesir, Tefsiru’l-Kurani’l-Azim, thk. Sami b. Muhammed es-Selame, Daru Taybe, Riyad, 2. bsk., c. 6, s. 77-78.