Umumî anlamda bütün mevcudâtı husûsî manada insanlığın tamamını bir nizam üzere yaratan Allah Te‘âlâ bu düzenin korunmasını emretmiş ve nasıl korunacağına dair de bizleri vahiyle yönlendirmiştir. Salih (Aleyhisselâm)ın kavmine söylediği, “O sizi yerden (topraktan) yarattı ve sizi orada ömür sürmeye O memur etti”[1] ifade-i celîlesinde insanın yeryüzünde hayat sürmesinin de bir mükellefiyet olduğu vurgulanmaktadır.
Yaşamak… Tıpkı namaz, oruç, zekât vb. gibi bir vazife. İbadetleri, sadece farz kılmakla kalmayıp nasıl yerine getirilmesi gerektiğine yönelik erkânı, şartları ve evsafına dair hükümleri de beyan eden Allah (Celle Celâluhû) insanca yaşamanın, fıtrata bağlı kalmanın keyfiyetini de bizlere öğretmiştir. Nitekim insanlığın başından son ümmete varıncaya dek gönderilen hemen bütün peygamberler ve kitaplar bu gayeye hizmet etmişlerdir.
Müslüman her şeyden önce yüzü ahirete dönük bir hayat yaşamakla mükellef olduğu için kâinatı da bu minvalde imar etmelidir. İmam el-Mâturîdî Te’vîlât’ında mezkûr âyet-i kerîmeye dair “Allah sizi yeryüzünün imarcıları kılmıştır ki orayı âhiretiniz ve dünyanız için imar ediyorsunuz” şeklinde bir tefsir nakletmektedir.[2] Âyet-i kerîmeye yönelik yapılan bu tefsirde ilk etapta dikkatimizi çeken nokta, dünyevî hayatımızı öncelikle ahiret sonra da dünya için imar etmemiz gerektiğine dair yapılan vurgudur. Evet, yaşadığımız hayatta atacağımız bütün adımlarda kâr-zarar dengesinin öncelikle uhrevî hayatımızdaki karşılığını gözetlemeliyiz.
Dünyamızı imar adına yükselttiğimiz binalar, kurduğumuz işler, tesis ettiğimiz aileler, ürettiğimiz mamuller, yetiştirdiğimiz nesiller gibi her ne varsa hepsinde Allah (Celle Celâluhû)nun rızasına nail olabilme gayesini gütmeliyiz her şeyden önce. Bu uğurda ortaya koyduğumuz şeyler Allah (Celle Celâluhû)nun emirlerine uygun bir eksende meydana geliyorsa istikbalimiz adına güzel cümleler kurabiliriz ancak. Aksi durumda binaları yaptıkça Alah (Celle Celâluhû)dan uzaklaşıyorsak bu durum helakimizin habercisi sayılır.
Nitekim imar adına yaptıklarıyla gittikçe fıtrattan uzaklaşan Âd kavmine Hûd (Aleyhisselâm)ın hitabı ve bu tavsiyeyi dinlemeyen kavmin sonu şu ayetlerde beyan edilmektedir:
«Bir de (tonlarla su barındıracak) sağlam yapılar mı ediniyorsunuz? Sanki siz (dünyada) ebedî kalacaksınız! (Cezalandırmak istediklerinizi) yakaladığınız zaman (acımasızca ve öfkeyle dövüp öldüren) zorba kimseler olarak yakalıyorsunuz?.. Artık Allâh’tan hakkıyla sakın(ıp bu işleri bırak)ın ve (davet ettiğim şeyler hususunda) bana itaat edin!.. Bilmekte olduğunuz (nimet dolu bunca) şeylerle size yardım etmiş olan O Zât’tan hakkıyla sakının!.. O (Rabbiniz), davarlar ve oğullarla size yardımda bulunmuştur… Pek değerli birçok bağlar ve gözelerle de (size iyilik etmiştir)! Muhakkak ben, (sözümü tutmamanız hâlinde, dünyada ve âhirette karşılaşacağınız) pek büyük bir günün azâbından size karşı endişelenmekteyim!” (Bunca nasihatlere karşı) dediler ki: “Vaaz etmiş misin ya da vaaz edenlerden olmamışsın, bize göre eşittir(, biz bildiğimizden vazgeçmeyiz)!” İşte bu (yaşadığımız hayat), evvelkilerin âdetinden başka bir şey değildir(, eskiden beri insanlar böylece yaşayıp ölmektedir, dirilmek ve hesap diye bir şey yoktur)!.. Biz asla azâba uğratılacak kimseler de değiliz!” Böylece onu yalanladılar da bu sebeple Biz onları (büyük bir kasırgayla) helâk ettik! İşte muhakkak ki bu [Hûd (Aleyhisselâm)ın kıssası]nda, elbette pek büyük bir âyet (ve ibret) vardır. Onların çoğu ise (ona) inanan kimseler olmamıştır.»[3]
Ekin ve Nesli İfsad Edenler
Ahnes ibni Şureyk, Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e gelerek Müslüman olmak istediğini ve doğru söylediğine dair Allah (Celle Celâluhû)nun da şahid olduğunu söyler. Onun bu sözleri Allah Rasûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hoşuna gider. Fakat onun huzurundan ayrılıp gittikten sonra uğradığı bir Müslüman tarlasını ateşe verir ve eşekleri de boğazlar. Bu hâdise üzerine, «(O senin yanından) döndüğünde ise, orada fesat çıkartmak, ekini (yakıp yıkmak) ve (hem insan hem de hayvan) nesli(ni) helâk etmek için yer(yüzün)de koşturur. Oysa Allâh (bozgunculuk ve) fesâdı sevmez(; bu tür kötülüklere rıza göstermez).»[4] âyet-i celîlesi nâzil olur[5]
Âyet-i kerîme Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e yalan söyleyen bu şahsın günahını konu edindiği gibi bir de bu yalanına Allah Te‘âlâ’yı şahid tutmasının ne kadar büyük bir cürüm olduğuna da temas etmektedir. Bununla birlikte bu âyetin iki günah üzerinde de durduğunu görmekteyiz: Ekini ve nesli ifsâd etmek… Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e yalan isnâdı ve Allah Te‘âlâ’yı yalana şahid kılmak gibi büyük günahlarla birlikte zikredilen bu iki büyük cürmün ne denli bir vebali yüklenmek anlamına geldiğini ayrıca anlatmaya gerek yoktur sanırım.
Allah Te‘âlâ’nın fesadı sevmediği cümlesiyle sona eren bu iki âyetin manası bir hayli geniştir. Zira o gün bir Müslümanın tarlasını yakıp eşeklerini öldürerek ekini ve nesli yok etme gayreti güden Ahnes’in torunları ve türevleri tarihin seyri içerisinde yürüttükleri farklı faaliyetlerle aynı cürmü işlemeye devam etmişlerdir. Yeryüzünü insanlığa cehenneme çevirmek isteyen bu güruh bu ifsadı da insanlığa faydalı şeyler üretme gayretinde olmak başlığıyla süslemektedir. Tıpkı “Hem onlara: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın!’ denildiğinde: ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler” [6] âyet-i celîlesinde bahsedilen güruh gibi ifsatlarını ıslah etiketiyle örtmektedirler. İnsanlık adına en tehlikeli zümre olan bu şebekenin gıda sektöründen hareketle dünyayı büyük bir felâkete sürdükleri tartışmayı kabil değildir.
Önce Ekin
Fıtratın mahfazası konumunda olan ekin ve neslin muhafazasında tertip olarak âyet-i kerîmede öncelikle ekinin zikredilmiş olması da manidardır. Zira bu detay bize nesli muhafaza edebilmenin yolunun ekini, gıdayı ve beslenmeyi muhafaza etmekten geçtiğini göstermektedir. Bunun için olmalıdır ki Cenâb-ı Hak, Peygamberlere hitaben: “Ey Rasuller! Helâl ve hoş şeylerden yiyin ve güzel işler yapın”[7] buyurarak amel-i sâlihten önce helâl ve temiz yemeye özen göstermelerini emretmiştir.
Zira temiz beslenmeyenlerin temiz şeyler ortaya koyması mümkün değildir. Bunun menfi yönünü çok iyi bilenler nesli ifsad edebilmek için gıda sektörünü elde edip haram veya şüpheli yiyecekler üzerinden toplumların manevî dünyalarını yıkmaktadırlar. Manevî dünyası yıkılmış, ruhen çökertilmiş bir insanın hedefsiz, gayesiz bir düşünceyle hayat süreceği muhakkaktır.
Dünyayı yönetme iddiasındaki küresel şeytanların yok edebilmesi için kolay lokma hâline gelmiş bu tür insan modelleri üretebilme adına işe besinden başlanması ise en doğru olandır. Bugün gıda sektörünü elinde bulunduran küresel yapı tam da bunu yapmıştır. Ektiğimiz ürünlerin tohumlarından beslediğimiz hayvanların yemlerine varıncaya dek her tür besin kaynağımıza müdahil olmuşlar ve bunları insan sağlığına zararlı bir hâle sokmak için ellerinden geleni ardına koymamışlardır. Bugün GDO’lu ürünlerin ne tür hastalıklara neden olduğu ve insan sağlığını ne denli tehdit altına aldığı izahtan varestedir.
İnsan sağlığına zararlı olan her tür maddeyi kullanarak besine yönelik ne varsa zehirleyenlerin hedeflediği netice helâl ve temiz beslenmediği için dini ve millî duyguları örselenmiş bir nesil meydana getirmektir. İçinde bulunduğumuz toplum üzerinde yapacağımız sathî bir bakışla dahi bu çalışmanın ne kadar gayesine yaklaştığını görebilmekteyiz bugün. Haramlardan ziyade hususen şüpheli yiyeceklerde sakınmayan bir neslin ırz ve namus hassasiyetini de yitirip her türlü pisliği ehlinde dahi ikrar edebilecek bir yapıya bürüneceği şüphesizdir. Nitekim Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) haram ve helâllerin belli olduğunu, bunların arasında ise şüpheli şeylerin bulunduğunu, şüphelilerden sakınanların ırzını da dinini de tertemiz tutmuş olacağını ifade buyurmaktadır.[8]
Bilâhare Nesil
Helâl ve temiz beslenen bir neslin dünyevî ve uhrevî hüsranlardan kurtulabileceği bir hakikattir. Meselenin bu noktasını muhafaza altına aldıktan sonra, nesli maddî veya manevî hususlarda helâke sürükleyecek olan şeylerden de korumak gerekir. Bugün hizmet sahasından sektör alanına taşınarak kapitalist düzenin en büyük para kaynağı hâline getirilen tıbbın, hastalara birer müşteri gözüyle bakması ve bu sebeple de bir yandan hastalıkları artırıcı vesilelere başvurarak diğer yandan bunları iyileştirme çabasına girmesi neslin karşı karşıya kaldığı bir maddî tehlikedir. İnsan nesli paraya doymayan bu ejderha ruhlu mahlûkların doymak bilmez iştahının kurbanı olmaktadır.
Fakat bundan çok daha tehlikelisi ise insanlığın karşı karşıya kaldığı ahlâksızlık musibeti ve maneviyatsızlık belasıdır. Şeytanın fıtratı değiştirme ahdini tatbik edebilmesi için kolları sıvayan insan şeytanlarının ahlâk ve maneviyatı zedeleyerek yok edebilmek için dört bir koldan mesai yaptıkları korkunç bir dünyada yaşıyoruz. Her gün ve her saat görsellerle tahrik edilen şehvet duygusu toplumda çocuk istismarı ve taciz gibi birçok yüz kızartıcı hâdiseye sebep olmaktadır.
Kadının cazibesini perdeleyebilmesi ve namahrem erkeklerin serkeşliğinden kurtarabilmesi için Allah (Celle Celâluhû) tarafından emredilen tesettüre bürünmesi yerine ona bir teşhir aracı olarak batının teberrücüne özendirilmesi büyük kokuşmuşluğa neden olmaktadır. Bir gencin, çift taraflı bir bıçak gibi hayra da şerre de kullanılabilecek kabiliyetini şerre kullanması ve hayatının en dinamik çağındaki bütün ufkunu boş işler yolunda heba edebilmesi için okullarda oluşturulmuş olan “karma eğitim” gibi ortamlar zinanın su gibi yaygın bir hâle geldiği yozlaşmış bir toplumu peşi sıra getirmektedir.
İnsanın en önemli hassesi olan düşünmeyi kendileri adına en büyük tehlike addeden ve en büyük hasımları “düşünen insan” olan şer odakları günümüz Müslümanına evinde bile sağlıklı düşünme imkânı vermemektedir. Oturma odası, salon hatta mutfağa bile yerleştirilen televizyonlarla beyni ipotek altına alınan toplum fertleri her türlü ahlaksızlığın ekrana yansıtıldığı teknolojik aletlerle manen büyük bir zehirlenmeye maruz bırakılmıştır. Bugünkü neslin ve müstakbel nesillerin karşı karşıya kaldıkları en büyük tehlike de budur. Hâdisenin bu noktası üzerinde kafa yorulmadan atılan nesli muhafaza sloganları, hamasi söylemlerden öteye geçmeyecektir.
Dipnotlar
[1] Hûd Sûresi, 61.
[2] Muhammed ibni Muhammed el-Mâturîdî, Te’vîlâtu Ehli’s-Sünne, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Lübnan, 1426, Baskı: 1, 4/149.
[3] Şu‘arâ Sûresi, 129-139.
[4] Bakara Sûresi, 205.
[5] Celâluddîn es-Süyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr fi’t-Tefsîri bi’l-Me’sûr, Thk: Abdullah ibni Abdilmuhsin et-Türkî, Merkezu Hicr, 2003, Baskı: 1, 2/476.
[6] Bakara Sûresi, 11.
[7] Mü’minûn Sûresi, 51.
[8] Buhârî, “Kitâbu’l-Îmân”, 52; Müslim, “Kitâbu’l-Müsâkât”, No. 1599; Tirmizî, “Kitâbu’l-Buyû‘”, No. 1205; Nesâî, “Kitâbu’l-Buyû‘”, No. 4453; İbn Mâce, “Kitâbu’l-Fiten”, No. 3984; et-Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Evsat, No. 1735; Ebû Avâne, el-Müsned, No. 5460; Bezzâr, el-Müsned, No. 3268.