Basra kuyumcularının arasında, kendi başından geçen hadiseyi anlatan bir bedeviyi gördüm. Şöyle naklediyordu: “Bir gün çölde yolumu kaybettim. Yanımda hiçbir azığım kalmamıştı. Artık kalbimde öleceğime dair kanaat getirdim. Tam bu sırada yerde inci ile dolu bir kese buldum. O kesenin içinde pişirilmiş buğday olduğunu zannedip son derece sevindiğimi; açıp inci olduğunu görünce yine o kadar üzülüp ümitsizliğe kapıldığımı hiç unutmam.”
دَرْ بِيَابَانِ خُشْكُ و رِيگِ رَوَانْ
تَشْنَه رَا دَرْ دَهَانْ چِه دُرُّچِه صَدَفْ
مَرْدِ بِي تُوشَه كُاوفْتَادْ اَزْ پَايْ
بَرْ كَمَرْ بَنْدْچِه زَرْچِه خَزَفْ
Farsça beytin manası:
Kuru ve kumları akan bir çölde
Susamış kimsenin ağzında ister ince ister sedef olsun.
Azıksız adam (elden) ayaktan düştüğünde
Kemerinde ister altın ister çini parçası olsun.
Şeyh Sa’dî’nin Gülistân nâm eserinde geçen bu kıssadan anlaşıldığı üzere her şeyin değeri ve faydası yerine göredir. Nitekim gerçekten kıymetli bir söz, bir nasihat yerinde veya usulüne göre söylenmediği takdirde kıymetini kaybeder, hatta karşıdaki bir kimseyi incitebilir.
Yine bu hikâye insanın hangi amelinin hangi zamanda kendisine daha faydalı olacağının bilinmediğine işaret eder. Dünyada insanların gözünde çok ufak görünen bir iş, belki ahirette sahibine çok büyük sevaplar kazandırır; ama o anda değeri anlaşılmaz, ahirette ortaya çıkar. Tıpkı bir avuç buğdayın değerinin çölde açlıktan ölen kimseye zahir olduğu gibi…