İMÂM-I ĞAZÂLÎ (Rahimehullâh)
الغزالي
Hüccetü’l-İslâm Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Ğazâlî et-Tûsî (ö.505/1111)
Eş’arî kelâmcısı, Şafiî fakihi, mutasavvıf, filozoflara yönelttiği eleştirilerle tanınan İslâm düşünürü.
450 (1058) yılında İran’ın Horasan bölgesinde, yetiştirdiği âlimler ve devlet adamlarıyla tanınan Tûs’ta (bugünkü Meşhed) dünyaya geldi. Hüccetülislâm, Zeynüddin gibi lakaplarla anılır. Künyesi Ebû Hâmid olmakla birlikte onun Hâmid adında bir oğlunun olup olmadığı bilinmemekte, eğer varsa küçük yaşta ölmüş olabileceği düşünülmektedir. Doğduğu kasabaya nisbetle Tûsî diye de anılmakla birlikte onun adını bile unutturacak derecede meşhur olan nisbesi Ğazzâlî’dir (Gazâlî). Yazılışları aynı olan bu iki nisbeden hangisinin doğru olduğu meselesi eski kaynaklarda ve yeni araştırmalarda tartışılmış, fakat kesin bir sonuca varılamamıştır. Zehebî’nin aktardığı bir anekdota göre (A’lâmü’n-nü-belâ, XIX, 343-344) bizzat kendisi, “İnsanlar beni çift ‘z’ ile (Gazzâlî diye) anıyorlar; halbuki ben Ğazâle denilen bir köydenim” demiştir. Buna benzer bir açıklama, onun kızlarından birinin soyundan geldiği rivayet edilen Şeyh Necmeddin Muhammed’e de nisbet edilmiştir (Feyyûmî, el-Miśbâĥu’l-münîr, “ġzl” md.; Zebîdî, I, 18). İzzeddin İbnü’l-Esîr, Safedî, Ahmed b. Muhammed el-Feyyûmî gibi tarihçiler Ğazâlî şeklindeki okuyuşu tercih ederler. Zebîdî, bu nisbenin imlâsıyla ilgili tartışmaları özetledikten sonra İbnü’l-Esîr’in tercih ettiği Ğazzâlî şeklindeki okuyuşu (el-Lübâb, II, 379), son dönem tarih ve ensâb yazarları tarafından itimada şayan bulunan görüş olarak değerlendirir (İtĥâfü’s-sâde, I, 18).
Es’ad el-Meyhenî adlı bir dostunun kendisinden naklen anlattığına göre İmam Ğazâlî, beş yıl süren Gürcan’daki öğreniminden sonra bir kafile içinde Tûs’a dönerken soyguncular tarafından yolları kesilir ve her şeyleri alınır. Ğazâlî (Rahimehullâh) eşkıyanın peşine düşer ve reislerinden hiç olmazsa ders notlarının (ta’lîka) geri verilmesini ister; Cürcân’a sırf o notlardaki bilgileri edinmek için gittiğini söyler. Eşkıya reisi, bilgileri hafızasına yerleştirmek yerine kâğıtlarda bırakmasından dolayı onunla alay eder; notlarını da geri verir. Bu eleştiriyi Allah’ın bir ikazı sayan Ğazâlî üç yıl içinde notların tamamını ezberlediğini belirtir (Sübkî, IV, 103). Sem’ânî, aynı hâtırayı vezir Nizâmülmülk’ün de anlattığını kaydetmiştir (Sübkî, a.y.).
Kaynakların ittifakla belirttiği gibi İmam Ğazâlî’nin olağan üstü bir zekâ ve hafızaya sahip olduğu dikkate alınırsa onun Nîşâbur’a gitmeden önce geçirdiği en az on iki yıllık öğrenimi süresince başta fıkıh olmak üzere hadis, akâid, gramer gibi geleneksel bilgi dallarında hayli yetişmiş olduğu kesinlikle söylenebilir. İmam Sübkî, Ğazâlî (Rahimehullâh) ’nin Nîşâbur’a gittikten sonra gayet sıkı geçen bir öğrenim süresince Şâfıî fıkhı, hukuk ekolleri arasındaki tartışma teknikleri (hilaf), cedel, akâidle fıkhın kaynakları ve mantık alanlarında parlak bir âlim olarak yetiştiğini belirttikten sonra ayrıca hikmet ve felsefe okuduğunu ve bütün bu disiplinlerde sağlam bir formasyon kazandığını ifade eder (Tabakât, IV, 103). “Ğazâlî derin bir denizdir” diyen hocası ona sempati duymakla birlikte söylendiğine göre için için onu kıskanmaktan da kendini alamazmış (a.e., IV, 103, 106). İmam Gazâlî’nin muarızlarından Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî’nin anlattığına göre onun bu sırada yazdığı el-Menhûl adlı (usulü) fıkıh kitabını inceleyen Cüveynî eseri çok beğendiğini, “Beni sağken mezara gömdün; ölümümü bekleyemez miydin!” şeklindeki sözleriyle ifade etmiştir (el-Muntažam, IX, 168-169). Çağdaşı Abdülğâfir el-Fârisî, “İslâm’ın ve müslümanların hücceti, din önderlerinin imamı, konuşma ve ifade kabiliyeti, mantık, zekâ ve tabiât itibariyle benzeri görülmemiş bir kişi” diye nitelediği İmam Ğazâlî’nin bu dönemdeki öğrenimi sırasında kısa zamanda bütün arkadaşlarını geride bıraktığını, ayrıca öğretim faâliyetlerinde hocasına yardım ettiğini ve sonuçta eser telif edecek düzeye ulaştığını belirtir (Sübkî, IV, 107).
İmam Ğazâlî’nin tasavvufî kişiliğinin oluşma döneminin başlangıcını tespit bakımından önemli bir nokta da onun Nîşâbur’daki öğrenimi sırasında, Kuşeyrî’nin öğrencilerinden olup Tûs ve Nîşâbur sûfîlerinin meşhurlarından biri haline gelen Ebû Ali el-Fârmedî’den (Kuddise Sirruhû) öğrenim görmesidir. Bu sebeple Ğazâlî’yi tasavvufî pratiklere yönelten kişinin Fârmedî Hazretleri olduğu söylenir (a.g.e., IV, 109). Kendisinin de, “Şeyh Ebû Ali el-Fârmedî’den (Kuddise Sirruhû) duydum” demesi (el-Maķśadü’l-esnâ, s. 120) bu zatla görüşüp ondan faydalandığını göstermektedir. Bununla birlikte onun bu dönemde tasavvufa duyduğu ilgi Fârmedî (Kuddise Sirruhû) ile görüşmeleriyle sınırlı kalmış, Fârmedî’nin (Kuddise Sirruhû) 477’de (1084) vefatı üzerine Ğazâlî kelâm ve felsefe gibi alanlarla meşgul olmayı sürdürmüştür. (Rahmetullahi Aleyhim Ecmain)
İmam Cüveynî’nin vefatı üzerine (478/1085) Nizâmülmülk’ün nerede olduğu bilinmeyen karargâhına gitmesi İmam Ğazâlî’nin hayatında önemli bir dönüm noktası teşkil eder. Onun bu makama gitmeye karar vermesinde, devletin imkânlarını ilim erbabına cömertçe sunan kültürlü vezirin himayesini kazanma, ilim ehlinin “nimetler içinde yüzdüğü” (Bündârî, s. 58) bu karargâhtaki geniş imkânlardan faydalanarak çalışmalarını rahat bir şekilde sürdürme düşüncesinin etkili olduğunda şüphe yoktur. Ayrıca İmam Ğazâlî, Nizâmülmülk’ün himayesindeki seçkin âlimlerle tanışarak onlardan istifade etmeyi de düşünmüş olabilir. Gerçekten daha yirmi sekiz yaşında bulunmasına rağmen çağdaşı Abdülğâfir el-Fârisî’nin belirttiğine göre Nizâmülmülk tarafından saygıyla karşılanması (Sübkî, IV, 107) onun İmam Ğazâlî’yi yakından takip ettiğini göstermektedir. Büyük bir devlet ve siyaset adamı olan Nizâmülmülk ilmini ve zekâsını keşfettiği İmam Ğazâlî’yi, hem mensubu bulunduğu Şâfıî mezhebini güçlendirme hem de -daha önemlisi- Sünnî yönetime karşı baş kaldıran ve İslâm dünyası için büyük tehlike teşkil eden bâtınî hareketini durdurma planı açısından uygun bir eleman olarak görmüş olabilir.
Cemâziyelevvel 484’te (Temmuz 1091) vezir tarafından Bağdat Nizamiye Medresesi müderrisliğine ta’yin edilen İmam Gazâlî, buradaki çalışmaları sırasında dindarlığı ve faziletiyle tanınan Halife Muktedî-Biemrillâh’ın ilgi ve desteğine mazhar oldu (Abdülemîr el-A’sem, s. 36, 37-38).
İmam Ğazâlî’nin kelâm, felsefe, Bâtınîlik ve tasavvuf hakkındaki son çalışmalarının kendisini ulaştırdığı sonuç, onun zihin ve ruh dünyasında kelimenin tam anlamıyla bir bunalıma yol açtı. Bağdat Nizamiye Medresesi’nin “şöhreti ve saygınlığı neredeyse uluların, emîrlerin ve hilâfet merkezinin ününü bile geride bırakan” (Sübkî, IV, 107) bu büyük müderrisinin dışarıdan bakıldığında son derece başarılı ve mutlu görünen hayatı gerçekte gün geçtikçe için için büyüyen şüphelerle, fikrî bunalımlarla altüst oluyordu. Aslında el-Münkıź’da belirttiğine göre (s. 2) şüphecilik onun tabiâtında vardı. Nitekim gerçeği arama iştiyakının kendisinde daha gençlik dönemlerinden itibaren mevcut olduğunu belirtir. Muhtemelen ilmî başarı ve şöhretinin uzun müddet üzerini kapattığı bu şüphe temâyülü dört yıllık müderrislik döneminin sonlarına doğru, temelden kavradığı tasavvufun kendisini derinden etkilemesiyle yeniden ve çok daha etkili bir şekilde ortaya çıkmıştır. Kendi ifadesine göre şüphesi sadece metafizik ve bilgi problemleriyle ilgili değildi: ayrıca ahlâkî bakımdan da kendini sorguluyor ve dünya alâkalarına boğulduğunu, faâliyetlerinin en güzeli olan eğitim ve öğretim çalışmalarında bile hiç de önemli olmayan, âhiret yolu için faydası bulunmayan ilimlere yönelmiş olduğunu, öğretimdeki niyetinin tamamıyla Allah rızâsı olmadığını, makam ve şöhret arzusunun da bulunduğunu farkediyordu (a.g.e., s. 46). Bu yüzden defalarca Bağdat’tan ayrılmaya niyetlendiyse de ününü ve mevkiini terketmeye razı olmayan nefsiyle altı ay mücadele etmek zorunda kaldı. 488 Recebinde (Temmuz 1095) başlayan bu şüphe krizi giderek psikolojik depresyonlara hatta fizyolojik rahatsızlıklara yol açtı. Ders anlatmakta zorlanıyor, iştahsızlık ve hazımsızlık çekiyor, takattan düşüyordu. Tabipler, bir süre uyguladıkları ilâçlı tedavinin sonuç vermediğini görünce hastalığın psikolojik sebeplerden kaynaklandığı, tedavisinin de o yolla olması gerektiği kanaatine vardılar (a.g.e., s. 47).
Nihayet duası kabul edilerek gönlünün makam, mal, evlât ve dostlardan ayrılmaya rızâ göstermesi üzerine Bağdat’la olan bütün ilişkilerini kesmeye karar verdi. Ailesine yetecek miktardan fazla olan bütün malını muhtaçlara dağıttı. Aslında Şam (Suriye-Filistin) yöresine gitmek üzere hazırlık yaptığı halde, ayrılmasına rızâ göstermeyeceklerini düşündüğü halifenin ve diğer ileri gelen dostlarının gerçek niyetini öğrenmelerini istemediği için (a.g.e., s. 48) Mekke’ye gideceğini açıkladı. Medresedeki mevkiini kardeşi Ahmed el-Ğazâlî’ye bırakarak 488 yılının Zilkâde ayında (Kasım 1095) Bağdat’tan ayrıldı. Irak’ın dışında yaşayan müslümanlar bu olayın yönetimin bilgisi altında gerçekleştiğini tahmin ederken yönetime yakın olanlar da “ehl-i İslâm’a ve âlimler zümresine nazar değmiş olabileceğini” düşünüyordu (a.g.e., s. 48).
el-Münķıź’daki açıklamalarına göre Ğazâlî Bağdat’tan Şam’a gitti ve iki yıla yakın bir süre orada kaldı. Bu sırada Emeviyye Camii’ne çekilerek nefsini terbiye etmek, ahlâkını güzelleştirmek ve kalbini arındırmak maksadıyla riyazet ve mücâhede ile meşgul oldu; Kudüs’e gitti ve bir süre de orada inziva hayatı yaşadı. İĥyâ’ü ‘ulûmi’d-dîn”in bir bölümü olan er-Risâletü’l-ķudsiyye adlı eserini de buranın insanları için yazdı (İĥyâ, I, 104). Ardından hac farizasını yerine getirmek, Mekke ve Medine’nin bereketlerinden nasibini almak ve Resûlullah’ı (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ziyaret etmek düşüncesiyle Hicaz’a gitti. Daha sonra vatan hasreti ve çocuklarının daveti onu memleketine çekti.
İmam Ğazâlî’nin inziva döneminde yaptığı telif çalışmaları hakkında daha geniş bilgi bulunmaktadır. Baş eseri olan İĥyâ-ü ‘ulûmi’d-dîn’i bu dönemde yazmıştır. Yukarıda anılan Bâtınîlik’le ilgili eserler yanında el-Maksadül-esnâ fî şerĥi esmâ’illâhi’l-ĥüsnâ, Bidâyetü’l-hidâye, el-Vecîz, Cevâhirü’l-Ķur’ân, el-Erba’în fî uśûli’d-dîn, el-Mađnûn bih ‘alâ ġayri ehlih, el-Mađnûnü’ś-śaġir, Fayśalü’t-tefriķa, el-Ķânûnü’l-küllî fi’t-te’vîl (Ķânûnü’-te’vîl, s. 95, 111), Kimyâ-yı Sa’âdet, Eyyühe’l-veled de bu dönemde kaleme aldığı eserlerdendir.
İmam Ğazâlî Zilkâde 499’da (Temmuz 1106) Nîşâbur’a döndü ve buradaki Nizâmiye Medresesi’nde tekrar öğretim görevine başladı. Kendisi, “O zaman mevki kazandıran ilmi öğretiyordum…; şimdi ise mevki terkettiren ilme çağırıyorum” şeklindeki ifadesinden bu ikinci hocalık döneminde yazdığı anlaşılan el-Münķıź’da (s. 65-68), İslâm ümmetinin manevî hastalıklara müptelâ olduğu ve helâke doğru gittiği bir dönemde uzlete devam etmesinin doğru olup olmadığı hususunda nefis muhasebesi yaptığını, ancak içtimaî ve siyasî şartların “halkı hakka davet etmeye” elverişli olmadığı kanaâtine vararak gözden ırak yaşamaya devam etmek isterken sultanın ısrarlı daveti üzerine onu reddetmenin nezaketsizlik olacağını düşünerek “kalp ve müşahede erbabından bir grup zevat ile de istişare edip” uzleti terketme ve zaviyeden çıkma yönünde görüş birliğine vardıktan sonra yeniden ilim öğretmeye koyulduğunu belirtir.
İmam Ğazâlî’nin ahlâkta temel kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bilhassa İĥyâ’ü ‘ulûmi’d-dîn”in her bölümünde önce konuyla ilgili âyet ve hadisler verilir; daha sonra da Ehl-i sünnet akidesine bağlı mutasavvıflardan ve diğer İslâm âlimlerinden nakiller yapılır. Öte yandan Ğazâlî ruh, akıl, mutluluk, siyaset ve özellikle fazilet nazariyesinde Eflâtun, Aristo, Yeni Eflâtunculuk ve o dönemde artık iyice sistemleşmiş bulunan eklektik İslâm felsefesinden faydalanır. Ancak bu faydalanma yine de şer’î ölçülerle sınırlıdır. Adını anmamakla birlikte çok yakın benzerliklerden anlaşıldığı kadarıyla Râgıb el-İsfahânî’nin eź-Źerî’a ilâ mekârimi’ş-şeri’a adlı eserinden de istifade ederek felsefenin vardığı bazı sonuçları âyet ve hadislerle delillendirir; ayrıca “nur üstüne nur” dediği (el-İktiśâd, s. 3) din ve akıl ilkeleri ölçüsünde tasavvuf ahlâkına da büyük değer verir. Çünkü ahlâkta aslolan, şeriatın öğretilerini sadece şeklen icra etmek değildir; en yüksek ahlâkî ideal olan mârifetullah yalnızca arınmış kalplerde yer bulur.
Diğer bir önemli nokta da sırf ahlâkî sayılabilecek faziletler yanında hem ahlâkî hem de dinî ve tasavvufî olan erdemlere de önceki bütün ahlâkçı ve mutasavvıflardan daha geniş yer vermiş olmasıdır.
İĥyâ’ü ‘ulûmi’d-dîn”in III. cildinin tamamına yakın kısmı ahlâkî reziletlere dairdir ve bu sebeple İmam Gazâlî eserinin bu cildine “Rub‘u’l-mühlikât” adını vermiştir. Burada kalp ve kalbin olağan üstü durumlarını (acâibü’l-kalb), nitelik ve kabiliyetlerini inceleyen ve insana kendi iç dünyasını genel olarak tanıma fırsatı veren giriş mahiyetindeki bir bölümden sonra nefsin eğitilmesi ve ahlâkın güzelleştirilmesi konularına geçilir. Ahlâkla ilgili çeşitli tarif ve açıklamalardan, bazı temel fazilet ve reziletlerin belirtilmesinden sonra insanın kendi kusurlarını tanıması konusuna yer verilir. İmam Ğazâlî’nin bu konudaki görüşleri, tamamen Ebû Bekir er-Râzî ile İbn Miskeveyh’in görüşlerini hatırlatmaktadır (İĥya’, III, 64-65; krş., Ebû Bekir er-Râzî, s. 33-35; İbn Miskeveyh, s. 161). Bundan sonra kalbin hastalıkları olan reziletler geniş bir şekilde tahlil edilir. Bunlar yeme içme ve cinsî tutku, sözlü kötülükler, öfke, kin ve kıskançlık, cimrilik ve mal tutkusu, makam tutkusu ve riya, kibir, böbürlenme, kuruntu gibi reziletlerdir.
Eserin IV. cildi ise tasavvufî-ahlâkî erdemlere ayrılmıştır. İmam Gazâlî’nin “Rub‘u’l-münciyât” adını verdiği bu ciltteki erdemler tövbe, sabır ve şükür, havf ve recâ, fakr ve zühd, tevhid ve tevekkül, muhabbet, şevk, üns ve rızâ, niyet, ihlâs ve sıdk, murakabe ve muhasebe, tefekkür, ölüm şuuru ve ölümden sonrasını düşünme şeklinde on ana başlık altında incelenmiştir.
Bu konular ilk defa Ğazâlî tarafından ele alınmış değildir. Ona gelinceye kadar Kur’ân-ı Kerîm ve hadis külliyatından başlamak üzere zengin bir ahlâk literatürü oluşmuştu; İmam Ğazâlî de bu literatürden geniş bir şekilde faydalanmıştır. Ancak ne Ğazâlî’den önce ne de sonra hiçbir İslâm ahlâkçısı bu konuları onun kadar geniş bir vukuf ve dirayetle inceleyebilmiştir.
Reziletleri ele alırken İmam Ğazâlî önceki anlayışa uyarak bunları bir tür ruhî hastalık, ahlâkı da manevî tababet olarak düşünmüş (İĥyâ’, III, 60-64), son derece başarılı pedagojik tahliller yaparak bu hastalıkların psikolojik ve sosyal sebeplerini ve iyileştirme yollarını göstermiştir. Onun bu tahlilleri yaparken kullandığı üslûp tam bir sehl-i mümtenidir. İmam Ğazâlî, gerek psikolojik tahlilleriyle gerekse muhteşem üslûbu ve ilmî dirayetiyle her seviyedeki okuyucunun ruh dünyasına âdeta bir projeksiyon çevirmekte, onu bir iç gözleme itmekte, ruhunu bütün yönleriyle tanımasını ve ahlâkî şuurunun bütün canlılığıyla harekete geçmesini sağlamaktadır. İhya’ bu bakımdan İslâm ahlâk literatüründe erişilememiş bir zirvedir.