Göz değmesi (isâbet-i ayn) şeklinde ifade edilen ve nazar değmek, nazara gelmek, nazara ve kem göze uğramak, göze gelmek biçimlerinde de dile getirilen telâkki, dinen sabittir. Bundan korunma yolları da Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde açıklanmıştır.
Nazar inancının çok eski devirlerde de var olduğu, İslâmiyet’ten önce Arap yarımadasında ve diğer coğrafyalarda yaygın olduğu bilinmektedir İnsanların meşru korunma yolları dışına çıktıkları; mavi boncuk, at nalı, delikli taş ve yumurta kabuğu gibi çeşitli nesneleri koruyucu olarak önemsedikleri kaynaklarda kayıtlıdır. Nitekim Anadolu, Mezopotamya, İran, Mısır, Girit, Malta, Kuzey Fransa ve Britanya’da nazardan korunmaya yönelik birtakım nesneler bulunmuş; Fenikelilerin, Yunanların ve Romalıların muhafaza gayesiyle çeşitli yollar tuttuğu tespit edilmiştir.
Sağlıklı ve gürbüz çocukların, güzellik ve hünerleriyle, maharetleriyle dikkat çekenlerin, akıllı ve zeki olup öğrenim hayatında başarılı öğrencilerin, işi ve mesleğinde başarılı kimselerin, yeni ev ve yeni araba alanların, kısmetli olup işleri yolunda olanların, mahsulleri ve ürünleri bol olan bahtiyar çiftçilerin, güzel görünümlü bahçe, bostan ve verimli tarlaların, besili ve faydası yüksek hayvanların, ihtimam gösterilen ve çok sevilen birtakım eşyaların nazara daha çok uğradığı da tecrübe edilmiş hususlardır.
Nazarın varlığı ve korunma ihtiyacı, tarih boyunca memleketimizin dört bir yanında da hissedilmiş, bu durum gerek inancın dinamikleri gerekse korunmaya yönelik uygulamalar açısından çeşitli araştırmalara konu olmuştur.
Nazar bir başka yönden, zihin gücünün kişi ve olaylara etkisiyle de açıklanmıştır. Korunma noktasında toplumumuzda da yaygın olan mavi nazar boncuğunun, rengin etkisiyle koruma sağladığı iddia edilmektedir. Bu korunma anlayışına göre, bakışında tesir olan kişinin etkisi mavi renkli boncuğa yönelecek ve böylece kişi korunmuş olacaktır. Elbette ki bu inançlar, câhiliye devri kabullerine dayanmaktadır.
Aramızda Yaşayan Câhiliyye Âdeti
Sözde çağdaş ve modern zaman olarak ifade edilen ve bazıları tarafından “bilgi çağı” olarak adlandırılan zamanımızda, halk arasında yerleşmiş birtakım inanç ve tatbikatların câhiliye anlayışının uzantısı niteliğinde olduğu bilinmelidir.
Câhiliye Arapları arasında farklı renklerdeki boncuklar ve çeşitli bilekliklerin yanı sıra kolyeler; çocuklara, yetişkinlere ve başta at olmak üzere birtakım hayvanların boynuna ya da diğer uzuvlarına yahut insanların elbiselerine takılıp korunma umulurdu. Bunlara “temîme” denir ve çoğulu “temâim” olarak anılırdı. Fakat bu noktada, mezkûr kelimenin meşru olan muska çeşitlerini de kapsayacak şekilde kullanıldığını, geçtiği her yerde mezkûr nesneleri ifadeyle sınırlı bir anlama sahip olmadığını hatırlatmak gerekir.
Şirk Tehlikesi
Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem): “Nazar boncuğu şirktir”[1] buyurarak bu nesnelerin durumunu açıkça beyan etmiştir. Onun rukyeyi tavsiye etmekle beraber, “Ey insanların Rabbi, acıyı gider, şifa ver, sen Şâfîsin. Senin şifandan başka şifa yoktur. Senden hiçbir hastalığı hariç tutmayan şifa istiyoruz”[2] buyurması da ümmetini dikkat çektiğimiz tehlikeden uzak tutmak içindir.
Muhakkak ki her şeyin tasarrufu Cenâb-ı Hakk’ın elindedir. Mahlûkattan, insana fayda verecek şeyler ise naslarla kayıtlanmıştır. Allah Teâlâ nazar boncuğu veya benzer nesnelere herhangi bir tasarruf hakkı vermemiştir. Buna dair şer‘î bir nas olmadığı gibi aksine bundan sakınmak gerektiğine dair deliller vardır. Dolayısıyla, insanın boncuk ve çeşitli takılar gibi birtakım nesnelere nazardan koruma gibi bir tasarruf hakkı tanıması, böyle bir inanca sahip olması şirke düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalması demektir. Zira bu durum, Rubûbiyet sıfatında Allah Teâlâ’ya şirk koşmak anlamına gelir. Toplumumuzda yaygın olan ve “nazar boncuğu” olarak anılan nesneyi insanlar nazardan koruduğu inanç ve niyetiyle taktıkları için bunda ciddi bir şirk tehlikesi söz konusudur.
Konuya Dair Hükümler
Fıkıh kitaplarımızda bu tür boncuklara veya taşlara tevessül edilmemesi, muhafaza için sadece Allah Teâlâ’nın isimleri ve Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinden istifade edilmesi gerektiği vurgulanmıştır.[3] Resûlüllâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz, “Kim bir şey takınırsa, ona havale edilir”[4] buyurmuştur. Burada muhakkak bir incelik vardır.
Nazar Boncuğunu Süs Niyetiyle Takanın Durumu
Bir başka hadîs-i şerîfte, “Kim bir temîme takarsa Allah (Celle Celâluhû) muradına erdirmesin, kim bir nazarlık takarsa Allah (Celle Celâlühû) nazardan saklamasın”[5] ikazı gelmiştir. Dolayısıyla, nazar boncuğunu sadece süs niyetiyle taktığını savunanlara bunun bahsettiğimiz hususlar sebebiyle câiz olmadığını ifade etmek ve bu bilgiyi mümkün mertebe yaygınlaştırmaya çalışmak elzemdir. Çünkü sonuç itibarıyla nazar boncuğu sembolik bir özellik kazanmıştır. Görüldüğünde, onun sembolize ettiği, simgelediği durum anımsanmaktadır. Bu sebeple, nazar boncuğunu süs niyetiyle takmak da câiz değildir.
Müslüman Nazardan Nasıl Korunur?
Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, nazar haktır ve korunma yolları yahut da kişiye değdiğinde bunu bertaraf etmenin meşru yöntemleri Resûlüllâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) tarafından öğretilmiştir. Nazardan muhafaza için nazar boncuğu gibi hakkında hiçbir delil bulunmayan hurafeler terk edilmeli ve meşru yöntemlere başvurulmalıdır.
Allah Teâlâ’ya sığınıp Muavvizeteyni (Felâk ve Nâs Sûrelerini) okumak[6] ve “Her türlü şeytan ve zehirli hayvanlardan ve bütün kem gözlerden Allah’ın (Celle Celâlühû) eksiksiz kelimelerine sığınırım”[7] duasını yapmak, abdest almak ve gusletmek (yıkanmak) nebevî tavsiyelerdendir. Nitekim Sahîh-i Buhârî şârihi Hattâbî (Rahimehullâh) bu konuyla ilgili şu açıklamada bulunmuştur: “Resûlüllâh’ın nazara ve göz değmesine karşı okunmasını emrettiği (Kavâri-i Kur’ân) adıyla anılan Âyetü’l-Kürsî gibi esmâ ve sıfât-ı İlâhiyeyi ve Allah Teâlâ’yı zikri hâvi âyetlerin nüfûsu tâhire sahipleri diliyle göz değmesinden musâb olan hastalara okunmasıdır.”[8]
Bu nakilden sonra, merhum Kâmil Yılmaz, Tecrîd-i Sarîh’te şu açıklamada bulunur: “Bu okunma ruhânî tedavidir. Evvelki zamanda sâlih kimselerin okumalarının büyük mevkii vardır. Fakat bu sınıf fazîletli insanlar bulunamayacak derecede azalmıştır. Bu cihetle halk cismanî tedaviye meyletmiştir. Çünkü ruhanî tedavinin hastalık üzerinde tesiri görülmez olmuştur. Şer‘an menhî olan nefes, efsuncuların ve cinleri teshîr iddia eden cincilerin nefesidir. Hattâbî (Rahimehullâh) ile zamanımız arasında bin seneye yakın bir zaman farklı olması teemmüle değer mahiyettedir.”[9]
Bununla beraber, bazı rivâyetlerde, fıkıh kitaplarımızda kayıtlı ibarelerde ve halk uygulamasında özellikle tarla, bahçe ve bostanlara dikkat çekici levha ve hayvan kellesi, kuru kafa asılması veya korkuluk gibi şeyler dikilmesi gibi hususlar yer almaktadır. Bunlar, mücerret olarak nazardan koruyucu şeyler olmayıp nazarı değecek kişinin ilk olarak dikkatini çekip bakışlarını yönlendirmek gayesiyle kullanılan birtakım nesnelerdir.[10] Bahsi geçen, geçmişten beridir görülen bu tür uygulamalar arasında nazar boncuğu veya diğer takılar yer almamaktadır. Aradaki farkın iyi bilinmesi gerekir.
Nitekim merhum Ömer Nasuhi Bilmen Hoca Efendi de Büyük İslâm İlmihali’nde bu konuda şu izahatta bulunmuştur: “Nazar değmesin diye, çocukların elbisesine boncuk işlenmesi ve nazarlıklar takılması caiz değildir. Bunlar câhiliyet devrine ait adetlerdir. Fakat ekin tarlalarında ve bostanlarda birer değnek üzerine hayvan kafası takılmasında bir sakınca yoktur. Bunlar hem birer korkuluktur, bazı zararlı kuş ve hayvanların buralara sokulmasına engel olur, hem de göz değmemesine sebep olabilir. Çünkü göz değmesi, çok kez olagelen bir afettir. İnsana da, hayvana da, mala da değebilir. Onun için tarlaya ve bostana bakacak kimselerin gözleri, önce bu yüksek korkuluklara değer. Artık ondan sonra ekin ve diğer şeylere dokunmasında bir zarar kalmayabilir.”
Buraya kadar anlattığımız, değmesi muhtemel nazardan korunmaya yönelik tutumla ilgilidir. Bir başkasının bizden sebep nazara uğramaması için dikkat çekici bir şeyle karşılaşıldığında, “Maşallah Tebârekellâh” ve “Maşallâh lâ kuvvete illâ billâh” denilmelidir.[11]
Rabbimiz Teâlâ cümlemizi nazardan ve maddî-manevî hastalıkların cümlesinden muhafaza buyursun, müptelâ kardeşlerimize de acil ve kâmil şifalar ihsan eylesin!
Dipnotlar
[1] Ebû Dâvûd, Tıb, 24 (3910).
[2] Buhârî, Mardâ, 20, Tıb, 39; Tirmizî, Deavât, 122.
[3] İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr ‘ale’d-Dürri’l-Muhtâr, thk. Âdil Ahmed-Ali Muhammed, Dâru Âlemi’l-Kütüb, Riyâd, 2003, 9/523.
[4] Tirmizî, Tıb, 24.
[5] Hâkim, el-Müstedrek, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, 4/63, No. 8689; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, thk. Şuayb el-Arnavut, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 2001, 28/622, No. 17404.
[6] Buhârî, Tıb, 38; Tirmizî, Tıb, 16; İbn Mâce, Tıb, 32.
[7] Buhârî, Ehâdîsu’l-Enbiyâ, 10; İbn Mâce, Tıb, 36.
[8] Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, 12/90.
[9] Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, 12/90.
[10] İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr ‘ale’d-Dürri’l-Muhtâr, 9/523; Muhammed b. Muhammed Emîn b. Âbidîn, Hediyyetü’l-‘Alâiyye, Dâru İbn Hazm, Beyrut, 2003, s. 202-203.
[11] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, İsmailağa Te’lif Heyeti, İsmailağa Yayınevi, İstanbul, 2021, s. 540-541.