Allâh-u Teâlâ’ya hamd-u senâ, Sevgili Habibi Muhammed Mustafa’ya ve ona tabi ümmetine salât-u selâm olsun!
Şemâil-i Şerîf Sayfamızda Rasûlüllâh efendimizin özelliklerini anlatmaya devam ediyoruz. Bu sayımızda ‘Hâtemü’n-Nübüvve‘yi anlatacağız.
Hâtemü’n-Nübüvve: Hazreti Muhammed’den (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) sonra yeni bir peygamber gönderilmeyeceğini, O’nun peygamberlerin sonuncusu ve mührü olduğunu bildirmektedir.
Hazreti Muhammed’in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) iki kürek kemiği arasında bulunan ve nübüvvetini alâmetlerinden biri olan BEN. Yani Peygamberlik mührü ve nişanesi anlamına gelmektedir. Rasûl-i Ekrem’in nübüvvetinin delili olduğu gibi, O’nun son peygamber olduğunu da ifade etmektedir.[1] Hâkim’in Vehb ibni Münebbih’den naklettiği bir rivayette; Allah (Celle Celâluhû) hiçbir peygamber göndermemiş olsun ki, onun sağ elinde peygamberlik BEN’i olmasın. Ancak bizim peygamberimiz bunun istisnasıdır. O’nun peygamberlik BEN’i, kürek kemikleri arasındadır. Bu durum Peygamberimize sorulduğunda cevaben: “Kürek kemiklerim arasındaki bu ben benden önceki peygamberlerin beni gibidir. Şu kadar var ki benden sonra ne bir nebi ne de rasûl gelmeyecektir.”[2] buyurmuşlardır.
Hâtem kelimesi lügatta: Mühür, her şeyin sonu[3] manasına gelir. Ayrıca; ‘mühürlemek, damgalamak, bir şeyi mühürleyerek güvence altına almak, bir şeyin sonuna geldiğini bildirmek’ anlamlarına gelmektedir.[4]
Lügat ve Istılah açısından Hâtemü’n-Nübüvve
Nübüvvet lügatte: Kesin bilgi ifade eden haber manasındaki “Nebe’e” den veya makamı ve değeri yüce olmak manasındaki “Nebve” kökünden gelen ismi mastardır.[5] Nübüvvet kelimesini Ragıb El-İsfahani şöyle tarif etmiştir: “Allâh (Celle Celâluhû) ile akıl sahibi kulları arasında dünya ve âhiret hayatları ile ilgili hükümleri izah ve beyan eden elçidir.”
Burada Hâtemü’n-Nübüvvet terkibi, Allah (Celle Celâluhû) ile kulları arasındaki elçilik görevinin Hazreti Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile sona erdiğini beyan etmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Muhammed, Allâh’ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur.” buyrulmaktadır. Bu durum âyet-i celîlede: “Hâtem’ün Nebiyyîn” terkibi ile ifade edilmiştir.[6]
Ebû Hureyre’den (Radiyallâhu Anh) gelen bir rivayette; “Muhakkak ben ve benden önce gelen peygamberlerin durumu şuna benzer; Adamın birisi bir ev bina ettirmiş. O yaptığı evi süsleyip donatmış, fakat bir köşe taşı yerini boş bırakmış. O muhteşem evi ziyaret edip hayran olan insanlar ‘Şu köşe boş bırakılmamalıydı!’ demekten kendilerini alamazlar. İşte ben, yeri boş bırakılan o köşe taşı gibiyim ve ben son peygamberim.”[7]
Yukarıda zikredilen âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifte geçen “hâtem” kelimesi meşhur kıraat âlimlerine göre iki şekilde okunmaktadır. Kıraat-ı Asım’a göre hâtem şeklinde okunur. Bu durumda ismi âlet olup mühür mânâsındadır. Mühür ise bir işin tevsiki (güvence-garanti) tasdiki (onaylamak) için sonunda kullanılan bir şeydir. Dolayısı ile mühür hem son hem de tasdik anlamını içerir. Diğer kıraat âlimlerine göre “hâtim” şeklinde okunur. Bu durumda ise ismi fail kalıbında olup bir şeyi hatmeden, nihâyete erdiren, mühürleyen mânâsına gelmektedir. Bu halde her iki okunuş şekline göre de Hazreti Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) hem peygamberleri hitâma erdiren (peygamberlik müessesesini sonlandıran) hem de bütün peygamberleri tasdik ve tevsik eden ilâhi bir mühürdür.[8]
Özetle hâtem ve nübüvvet kelimelerinden oluşan Hâtemü’n-Nübüvve biçimindeki ıstılah; Hazreti Muhammed’in nübüvvet zincirinin son halkası, onun ile peygamberlik müessesesinin sona erdiğini, Allâh ile kul arasındaki elçilik görevini yapacak yeni bir peygamberin gelmeyeceğini ifade etmektedir.
Hazreti peygamberimizin nübüvvet mührünün doğuştan mı, daha sonra mı meydana geldiği gibi soruların cevabını Ebû Kâsım Es-Süheyli ve İbni Hacer; “Bu BEN’in doğuştan olmayıp sonradan melekler tarafından “şakku’s-sadr” veya “şerhu’s-sadr“ ismi verilen, hazreti peygamberin göğsünün yarılıp kalbinin çıkarılması ve temizlendikten sonra tekrar yerine konulması ile birlikte kürek kemikleri arasına nübüvvet mührünü vurmuşlardır.” şeklinde cevap verirler ve isbat etmek için de Ebû Zerr el-Ğıffâri’nin rivâyetini naklederler; “Ebu Zerr, Rasûlüllâh’a (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) “peygamber olarak görevlendirildiğinizde bunu nasıl bilip emin oldunuz” diye sormuş, Hazreti peygamberimiz: “Mekke vadisinde bir yerde iken kendisine iki meleğin geldiğini aralarında geçen konuşma ile onu seçtiklerini ve akabinde sıra ile 1,10,100 ve 1000 adamla tartılıp hepsinden ağır geldiğini, sonra kalbinin yarılarak temizlendiğini anlatmış ve nihayetinde şu ifade ile işlemin bittiğini söylemiştir;” ‘Melek iki kürek kemiğim arasına mühür vurdu.’[9]
Hazreti peygamberimizin nübüvvet mührü doğuştan olmadığı gibi vefat edince mührün kaldırıldığına dair Beyhâki’nin naklettiği bir rivâyet vardır. Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) vefat ettiklerine ölüp ölmediği hususunda ashabı şüpheye kapılmış ve bazıları “o ölmüştür” diğer kısmı ise “hayır ölmemiştir” derken, o sırada Esma binti Ümeys elini Rasûlüllâh’ın kürek kemikleri arasına koydu. Mührün kaldırıldığını fark edince “Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) vefat etmiştir, zira kürek kemikleri arasındaki mühür kaldırılmıştır” dedi. Bu şekilde hazreti peygamberin vefatı bilinmiştir.[10]
Nübüvvet mührünün mahiyeti nasıl bir şey olduğunu onu bizzat gören ve müşahede eden sahâbe efendilerimiz tarafından gül tomurcuğu, güvercin veya keklik yumurtası, yumruk, etten oluşan ben gibi çeşitli tasvir ve benzetmeler ile ifade etmeye çalışmışlardır.
Said ibni Yezid anlatıyor; “Peygamberimizin arkasında durdum, kürek kemikleri arasındaki mührüne baktım, o, keklik yumurtası büyüklüğünde idi.”[11]
Cabir ibni Semure anlatıyor; “Ben Rasûlüllâh efendimizin kürek kemikleri arasındaki mührünü gördüm. O güvercin yumurtası büyüklüğünde kırmızı bir yumru (gudde) idi.”[12]
Rumeyse (Radiyallâhu Anhâ) rivâyet ediyor; “Ben Rasûlüllâh’ın o kadar yakınında idim ki, isteseydim kürek kemikleri arasındaki mührünü öperdim”[13]
Hazreti Ali’nin torunlarından olan İbrahim ibni Muhammed naklediyor; “Hazreti Ali Peygamber efendimizin vasıflarını anlatırken hilye hakkındaki hadisin tamamını zikreder, kürek kemikleri arasında peygamberlik mührü vardı ve o peygamberlerin sonuncusu” derdi.[14]
Ebû Zeyd ibni Ahtab el-Ensârî Rivâyet ediyor; Rasûlüllâh bana ”Ey ebâ Zeyd, bana yaklaş ve sırtımı kaşı” dedi, ben de peygamber efendimizin emrine icâbet ederek müarek sırtlarını kaşıdım. İş bu sırada parmaklarım mührü nübüvvete dokundu. Bu hadiseyi ebû Zeyd’den rivâyet eden İlbâ ibni Ahmer sorar; “Nübüvvet mührü nasıl bir şeydi?” O cevaben “İç içe toplanmış kıl topuğu gibi” der.[15]
Abdullah ibni Bureyde naklediyor; “Selmân-ı Fârisî Hazreti peygamberimizin sırtındaki nübüvvet mührünü müşahede ettiğinde ona olan imanını tazeler ve kuvvetlendirir.”[16]
Ebû Nadrâ el-Avâkî anlatıyor; “Ashaptan ebû Said el-Hudri’ye (Radiyallâhu Anh) Hazreti peygamberimizin nübüvvet mührünün nasıl bir şey olduğunu sordum. “Mübarek sırtındaki mührü etrafı kabarık yüksekçe bir et parçasıydı” diye cevap verdi.”[17]
Abdullah ibni Sercise anlatıyor; “Bir gün peygamberimizi ziyarete gitmiştim, o ashabının arasında idi, bir yolunu bulup arka tarafına geldim, o benim niyetimi anladı ve ridasını omuzlarından salıverdi. Bu sırada kürek kemikleri arasındaki nübüvvet mührünü gördüm; siğile benzeyen benlerden oluşan yumruk büyüklüğünde idi.”[18]
Dipnotlar
[1] D.İ.A. Nübüvvet Mührü
[2] Hâkim, El-Müstedrek, 3/461 no:4159, Darul Ma’rife, Beyrut.
[3] El-Mevarid s.378
[4] Râgıb El-İsfahani, Müfreat, Hâtem maddesi.
[5] Râgıb El-İsfahani, Müfreat, N-e-b-e maddesi.
[6] Ahzab Sûresi, 40. Âyet.
[7] Buhârî Menâkıb 16. Bab hadis no: 3342.
[8] Elmalılı M. Hamdi Yazır Hak dini kur’an dili 6.cild sayfa 3906
[9] Sühelyi er-Ravdu’l-ünüf 2.cild 168, ibni Hacer Fethul bari 6.cil 22.bab Hatimün-nübüvve.
[10] Beyhâki Delâiünnübüvve 7.cild sayfa 219 Daru’l Kütüb’l-ilmiyye.
[11] Tirmizî, Şemâil 2.bab hadis no:15
[12] Tirmizî, Şemâil 2.bab hadis no:16
[13] Tirmizî, Şemâil 2.bab hadis no:17
[14] Tirmizî, Şemâil 2.bab hadis no:18
[15] Tirmizî, Şemâil 2.bab hadis no:19
[16] Tirmizî, Şemâil 2.bab hadis no:20
[17] Tirmizî, Şemâil 2.bab hadis no:21
[18] Tirmizî, Şemâil 2.bab hadis no:22