Kur’ân-ı Kerim’de kurban ibadetiyle ilgili anlatılan kıssada İbrahim (Aleyhisselâm) ile İsmail (Aleyhisselâm)ın Allah’ın (Celle Celâluhû) emrine boyun eğme merhaleleri devamla şöyle anlatılır: “Her ikisi de teslim olup, onu alnı üzerine yatırınca Biz ona: “Ey İbrahim!” diye seslendik. Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız. Bu gerçekten, çok açık bir imtihandır. Biz oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık: Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü o, bizim mümin kullarımızdandır.”[1]
Cenâb-ı Hakk’ın onların bu emri kabulle karşılamalarını “eslemâ/her ikisinin de teslim olması” ifadesiyle tabir buyurması, kurban ibadetinin müslümanlara verdiği en temel ve ana mesajın “teslimiyyet” olduğunu açıkça resmediyor. Teslim olmak, dinin tüm sabitelerinin hülasası ve Rabbu’l-âlemin’in “kul” diye tabir ettiği insanoğlundan biricik talebidir. Bu yüzden olmalı ki İmam Ebû Hanife (Rahimehullah) o veciz “din” tanımında dini, “Teslim olmak ve Allah’ın (Celle Celâluhû) emirlerine boyun eğmek” şeklinde tarif eder.[2]
Kurbanın bize öğrettiği teslimiyeti de bu dini bize öğreten ve yolumuzu bulmamız için yıldızlar misali bizlere öncülük eden sahabeden öğrenmeliyiz doğal olarak. Onlar ki Resûlüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e; Zorluk ve kolaylıkta[3] işitmek, itaat etmek ve her müslümanın iyiliğini düşünmek,[4] Allah’a (Celle Celâluhû) ibadet edip ona şirk koşmamak, beş vakit namazı kılmak, insanlardan hiç bir şey istememek,[5] levm edenin kötülemesinden korkmadan bu din için mücadeleyi sürdürmek,[6] her nerede olursa olsun hakkı söylemek[7] üzere biat etmişler ve güçleri nispetinde bu ahitlerini ölene dek hiç bozmamışlardır.
Kıblenin tahviliyle ilgili âyet-i kerîme geldiğinde Resûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a yöneldiğini gören sahâbe hiç tereddüt etmeden Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e uyarak dönmüşlerdi Kâbe’ye. Hatta Kuba mescidinde sabah namazını kılmakta olan sahâbîlere kıblenin Kâbe’ye tahvil edildiği haberi ulaştığında yüzleri Mescidi Aksa’ya dönük olan sahâbîler hemen Kâbe’ye dönüvermişlerdi.[8]
“Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdıklarında Allah ve Resûlüne uyun”[9] şeklindeki ayet-i kerimedeki icabet emrine imtisal için Abdullah İbni Mes’ud’un teslimiyet tavrı zikre değerdir. Cuma günü mescitte ashabına “oturun” diyen Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bu sözünü duyan mescidin kapısındaki Abdullah İbni Mes’ud (Radıyallâhu Anh) anında çöküverir bulunduğu yere. Bunun üzerine Allah Resûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ona “Gel Ey Abdullah İbni Mes’ûd” buyurur.[10] Oysa Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bu sözü dini bir vecibe maksatlı söylediği teşrî’î bir söz değildir. Ancak, Abdullah İbni Mes’ud (Radıyallâhu Anh) gibi teslimiyetin nihayetini yaşayan zatlar için Allah’a ve Resulü’ne icabet etmenin böylesine bir ehemmiyeti söz konusudur.
Resûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bir gün sahabeden birinin elinde altın bir yüzük görür ve onu çıkarıp atarak şöyle buyurur: “Sizden biriniz ateşten bir taşı (parçayı) almayı kastedip onu eline mi koyuyor?” Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) oradan ayrılmasından sonra o kişiye “yüzüğünü al, (başkasına satmak vb. suretlerle) onunla faydalan” diyenlere karşı o sahâbînin cevabı şöyle olur: “Resûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onu atmışken vallahi ben onu almam.”[11]
İfk Hadisesinde Hazreti Aişe (Radıyallâhu Anhâ) aleyhinde konuşanlar içerisinde münafıklar olduğu gibi Mıstah bin Üsâse gibi münafık olmayanlar da vardı. Mıstah, Hazreti Ebubekir (Radıyallâhu Anh)ın akrabasındandı. Fakir bir muhacir olmasından ötürü Hazreti Ebubekir (Radıyallâhu Anh) ona yardımda bulunur, infak ederdi. Mıstah, kızı Hazreti Âişe (Radıyallahu Anhâ) aleyhinde konuşmaya başlayınca Hazreti Ebubekir (Radıyallâhu Anh) da ona yaptığı yardımı kesti hatta ona bir daha yardım etmemeye yemin etti. Bunun üzerine “İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar; feragat göstersinler. Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.”[12] âyet-i kerîmesi nâzil olunca Hazreti Ebûbekir (Radıyallâhu Anh) aldığı bu kararı hiçe sayarak ona yardıma devam etmiştir.[13] Onun bu tavrı, Allah’ın (Celle Celâluhû) buyruklarıyla kendi isteklerimiz karşı karşıya geldiğinde, hevamızı Allah’ın (Celle Celâluhû) talebine tabi kılmamız hususunda rehnüma görevi görmektedir.
İçki içmenin yaygın olduğu bir toplumda merhale merhale yasaklanan bu eyleme dair en son gelen; “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?”[14] ayetlerinden sonra içki şişelerini kıran sahabe ve “vazgeçtik ya Rabbi” diyen[15] Hazreti Ömer (Radıyallâhu Anh) Allah’ın (Celle Celâluhû) nehyinin karşısında nasıl bir tutum içinde olmamız gerektiğini ne de güzel öğretiyor bizlere.
Ümmü Seleme (Radıyallâhu Anhâ) annemizin, “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) çarşaflarını üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir”[16] âyet-i kerîmesi nazil olduğunda ensar hanımlarının başlarının üzerinde kargalar varmışçasına siyah kisvelere büründüklerini nakletmesi[17] sahâbiye hanımların da Allah’ın (Celle Celâluhû) emirlerine teslimiyet konusunda ne denli hassasiyet sahibi olduklarını göstermektedir.
Bütün bunlar ve benzerleri sahabenin teslimiyetine dair örnekler. Aynı ayetler bizlere de inmişken Allah’ın (Celle Celâluhû) hükmüyle hüküm vermemiz gerektiği şeklindeki ayetin neresindeyiz bu gün?
Faize bulaşmanın Allah (Celle Celâluhû) ve Resûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) harp açmak demek olduğunu haykıran ve bizi faizden uzak durmaya davet eden ayetler oradayken üç beş kuruşluk dünyevi menfaatleri için gırtlağına kadar faize batmış bir toplumun “teslimiyet”inden bahsedebilir miyiz?
Miras hukuku tüm tafsilatıyla âyet-i kerîmelerde beyan edilmişken başka metotlarla haksız miras taksimi yapan bir toplumun Allah’a (Celle Celâluhû) teslimiyeti ne derece olabilir?
Dinin direği olarak tavsif edilen,[18] küfürle iman arasındaki kalın çizgi olarak ifade edilen[19] namazın büyük çoğunlukla terk edildiği bir toplumun Allah’a (Celle Celâluhû) teslimiyeti ne ölçüdedir?
Kapitalizm’in zulmünden istifadeyle paraya para demeyen “zekâtsız dolar milyonerleri” bir yanda dururken, sefaletten karnını doyurmaya güç yetiremeyen fukaranın hayli fazla olduğu bir toplumun “teslimiyeti”nden nasıl bahsedeceğiz?
Allah (Celle Celâluhû) ve Resûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) tesettür/mahremiyet gibi konulardaki emirleri ortadayken bunları hiçe sayarak açık giyinmeyi özgürlükle bağdaştırabilen, haremlik selamlığı “dini zorlaştırma” olarak anlayıp uygulamayan veya reddeden, münezzel tesettüre karşı “paralel tesettür” icat eden bir toplumun sahabe hanımlarına benzer bir yönü var mı? Bizimki teslimiyetse, onların ki ne? Onların ki teslimiyetse, bizim ki ne? Hangimiz vahyi uyguluyoruz acaba?
Netice
Kurbanın ruhumuza nakşedip aşıladığı mana “teslimiyet” olmalıdır. Bu yüzden hepimiz bu manayı rasatlamalı ve bu mananın adeta bir sis bulutu gibi tüm zerrelerimize sinmesi için gayret etmeliyiz. Kestiğimiz kurbanın can verişine şahit olurken bize düşen vazifeleri de bir bir gözden geçirmeliyiz. Akıl ve şuur sahibi olmayan bir hayvanın bize gösterdiği “teslimiyet” tavrının ruhumuza aşıladığı bu duyguyla namaz kılmayanımız hemen namaza başlamalı, zekât vermeyenimiz zekâtlarını tastamam vermeli, tesettür konusunda nefsinin isteklerini bir türlü kıramayan hanım kardeşlerimiz de Allah’ın (Celle Celâluhû) indirdiği tesettüre “teslim” olabilmeyi öğrenmelidirler. Kısacası; kurban, modern hayatın kabullerinin dinin sabitelerini teslim almayı öğrettiği müslümanlara, dinin sabitelerine teslim olmayı öğretmelidir.
Dipnotlar
[1] Sâffât Sûresi:103-111
[2] Ebû Hanîfe, el-Fıkhu’l-Ekber, (Thk: Ebû Şu’be es-Senebâdî), s. 40.
[3] Bezzâr, Müsned, No: 2700.
[4] Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, No: 2472.
[5] İbn Mâce, “Kitabu’l-Cihâd”, No: 2867, Taberânî, Müsnedu’ş-Şâmiyyîn, No:335.
[6] Hâkim, el-Müstedrek, No:5526.
[7] İbn Hibbân, Sahîh, No:4547.
[8] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr, Merkezu Hicr, Kâhire, 2003, Baskı: I, 2/12.
[9] Enfâl Sûresi:24
[10] Ebû Dâvûd, “Kitâbu’s-Salât”, No:1091.
[11] Müslim, “Kitabu’l-Libâs ve’z-Zîne”, No: 2090; Ebû Avâne, Müstahrec, No: 8610; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, No: 12175; Beyhakî, el-Âdâb, No: 535.
[12] Nûr Sûresi:22
[13] Taberî, Câmi‘u’l-Beyân, Merkezu Hicr, 2001, Baskı: I, 17/223.
[14] Mâide Sûresi:91
[15] Hâkim, el-Müstedrek, No: 7224; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Evsât, No: 1464.
[16] Ahzâb Sûresi:59
[17] Ebû Dâvûd, “Kitâbu’l-Libâs”, No: 4101.
[18] Beyhakî, Şu‘abu’l-Îmân, No: 2550.
[19] Nesâi, “Kitabu’s-Salat”, No: 464; Ebû Dâvûd, “Kitâbu’s-Sünne”, No: 4678; İbn Mâce, “İkametu’s-Salat”, No: 1078.