Yokluktan varlığı tecrit eden, varlık ile yokluğu tezyin eden Allah Te‘âlâ’nın adıyla.
Bugün, Ayasofya ikinci yılının tarihe izdüşülen herhangi bir günü. Bugünü geçmişten ayıracak ve ayrıcalık kılacak tek şey zamana hükmedecek Ayasofya’lılar. Ayasofya bizi çağırıyor, göklerin mabedi çağını arıyor. Yaşadığımız asrın ruhu mabetlerin gölgesine sığınıyor. Ayasofya’nın zinciri kırıldı, peki ya Ayasofya’nın gölgesinde zihni prangalı bekleyenler kimler? Onlar, kendilerini aydın sanan çeyrek münevverler. Battıkları çamuru en yüce ufuk ve istikbal belleyenler. Dalkavukluk derekesini/çukurunu âlî fikir payesi ile eş tutanlar. Adı hidayet, fıtratı şenaat olanlar!
İslam’ın evladı yeniden Allah Resûlünün (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) izini takip etmeli ve bütün beşeri sistemler asılların aslı olan İslam’a dönmeli.
Selam olsun Ayasofya çağının sözcülerine! Selam olsun hakikate perestiş olan mana erlerine!
(…)
Hatırlamak gerekir ki zaman zembereği, öteler ötesinin hükmünde sona yaklaşıyor. Artık çok yakınız, bugünü yaşayanlar, ebed ile ezel arasındaki köprüde ufku gözlüyor. Gözler Hazreti Cibril’in izinde, herkes Hazreti İsrafil’e kulak vermiş, ölüm kurban edilmeye hazırlanıyor. Meczuplar şuurun cezbesinde, mecnunlar aklın cinnetinde yaşayan ölüleri temaşa ediyor.
Efendiler, elçiler size sesleniyor. Göklerin elçileri, sizin için azap ordularına yakarıyor:
- “Ne olur gitmeseniz, biraz daha mühlet verseniz?”
“Şüphesiz ki İbrâhîm, elbette (kendisine kötülük edenden intikam alma hususunda) hiç acele etmeyen, (insanların azaptan kurtulması için) çok âh eden ve (Allâh-u Te`âlâ’ya hakkıyla) yönelen bir kimseydi.
” …İbrâhîm’den korku gidince o, (“Orada imanlı kimseler bulunuyorken, nasıl onları hep birlikte helâk edeceksiniz?” diye) Lût kavmi hakkında Bizim (elçilerimiz)le mücadele ediyordu! (Hud: 74,75.)
Allah Te‘âlâ’nın azap orduları ve bahtiyar kulları karış karış bucak bucak Allah Te‘âlâ’nın saltanat ikliminde gezer. Kimisi batıda kimisi doğuda belirlenen rotada insanları gözler, hidayet ufkunun belirsiz çizgisinde adım izler, hece hece dize dize; belirsiz belirgin işte bu sır bize:
“Nihâyet o, güneşin battığı (yönden) yer(yüzünün bittiği sahil)e ulaştığında, onu kara balçıklı (kızgın) bir göze (gibi görünen ufuk cihetin) de batar halde buldu ve onun yanında (hayvan derilerini kendilerine elbise yapmış) bir topluma rastladı. Biz (orada karşılaştığı kâfir topluma nasıl davrana cağı hususunda kendisine) buyurduk ki: “Ey Zülkarneyn! Ya (kâfirlikleri yüzünden cezayı hak ettikleri için, onları öldürerek) azap etmen, ya da kendileri hakkında (hidâyeti öğretme ve doğru yola irşâd kabilinden) bir güzellik edinmen (arasında serbestsin)!” (Kehf suresi: 86.)
İşte vakit teslim olma vakti. İşte söz, nefsin esaretini aşıp öteler ötesinin sahibine; fezaya hükmeden, arşa saltanat kuran yegâne hakime adanma ahdi:
“Ey Rabbim! Muhakkak ben (bunca zaman seni tanımayarak) nefsime zulmetmişim. (Şimdi ise) Süleymân ile birlikte bütün âlemlerin Rabbi olan Allâh’a teslim oldu(ğumu açıkladı)m!” (Neml: 44.)
Ah Ayasofya! Gölgen düştü Taşkent’e, Registan’a; esir düştü çocuğun Buhara’nın ufkuna. Şam ve Kudüs ağlıyor mazlum evladı Doğu Türkistan’a.
“Men vatanını bağ deb aytsam,
Sensen unda bitte güı,
Men vatanını köz deb aytsam,
Bitte mercan, Özbegim.”
“Ben vatanı bağ diye söylesem,
Sensin onda biricik gül,
Ben vatanı göz diye söylesem,
Biricik inci.”
Ah Ayasofya! Ahmet Yesevi’nin evlatları senden umut bekliyor, Fergana vadisi senden gelecek umutlu haberler için son çilesini çekiyor. Kardeş kardeşe düştü Orta Asya’da, Fergana’yı paylaşamayanlar esir düştü Kafkasya işgalcisinin hayallerine. Şamil’in toprakları çiğneniyor, Şamil’in yiğit evlatları ufka koşacak komutanı bekliyor.
Artık biz tükettik çileyi ve kederi, umut içinde göğe ağmayı bekliyoruz. Alemlere rahmet olarak Hazreti Muhammed Mustafa’dan (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) sonra gelecek Hazreti İsa’yı (Aleyhi’s-Selâm) gözlüyoruz.
Selam olsun veda deminin sızısını çekenlere.