Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) hayatta iken, sahâbede Peygamber (Aleyhisselâm)ın emrine itaatin vacib olmasına dair hiçbir şüphe yoktu. Sahâbenin hiçbiri, birbirlerine karşı şüpheci gözüyle bakmamış ve birbirlerini itham edip yalanlamamıştır. Herkes, diğerinin İslâm’a hizmetindeki değerini bilir ve takdir ederdi.
Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) vefat ettikten sonra ümmet, hicri birinci asrın yarısına doğru ayrışmaya başlamış, başta Haricîler ve Şia ehlisünnetten ayrılmıştır. Bu ayrışmaya rağmen hiçbir fırka, “Bizim, Kur’ân’dan başka bir dayanağımız yok” deyip de peygamber sünnetinin delil olma yönünü inkâr etmemiştir. Sadece sünnetin ispatı hususunda farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Nitekim İslâmî öğretilere bağlılık iddia eden bir kimsenin sünnetin delil oluşunu inkâr etmesi düşünülemez. Zira böyle bir kimse, ya din dışı bir faaliyet sergilemekte ya da Müslüman toprağına nifak tohumları serpmekte demektir.[1]
Kadim Zamanda Sünnet İnkârcılığı
Sahâbe ve Tâbiinden döneminde sünnetin teşrî değerini kavrayamamış tek tük kimseler olmuştur. Nitekim Hasan-ı Basrî (Rahimehullâh) der ki: Bir gün İmran b. Husayn, Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in sünneti hakkında konuşurken, adamın biri: “Bize Kur’ân’dan bahset,” demişti. Bunun üzerine İmran b. Husayn radıyallâhu anh: “Sizler Kur’ân okuyorsunuz değil mi? Bana namazın şeklini, içindekilerini, başını sonunu, altın, deve, inek ve birtakım malların zekatlarını söyleyebilir misin? Sen yokken, ben bunlara şahit olmuştum” demiş ve ardından Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in belirlediği zekât nisaplarını söylemişti.[2]
Buna benzer bir işkâl de, Ümeyye b. Hâlid’in başına gelmiştir. Şöyle ki, konuştuğu bütün meseleleri yalnızca Kur’ân’dan delillendirmeye çalışıyordu. Abdullah İbn Ömer (Radıyallâhu Anhumâ)ya: “Biz mukîm namazı ile korku namazını Kur’ân’da bulurken, seferî namazını Kur’ân’da bulamıyoruz” der. Bunun üzerine Abdullah b. Ömer (Radıyallâhu Anhümâ) şöyle der: “Kardeşimin oğlu! Biz hiçbir şey bilmezken Allah Teâlâ, bize Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i gönderdi. Biz, O’ndan ne gördüysek, onu yaparız.”[3]
Zaman ilerledikçe problemlerini yalnızca Kur’ân ışığında arayanların sayıları da artmaya başlamıştı. Hatta Eyyûb es-Sahtiyânî (v. 131) şöyle demiştir: “Kişiye sünnetten bahsettiğinde, ‘Onu bırak, bize yalnızca Kur’ân’dan konuş’ dediğinde bilesin ki o, din sapığı ve saptırıcısıdır.”[4]
Fakat böyle kimseler, ferdî idiler ve herhangi bir fırkayı veya topluluğu temsil etmiyorlardı. Ayrıca bu tutum, tüm İslam âlemini kapsamış da değildi. Aksine, bu ferdî kimselerin çoğu, özellikle Irak’ta bulunuyordu. Zira İmran b. Husayn, Eyyûb es-Sahtiyânî Basra’da, aynı şekilde İmam Şafiî’nin ifade etmiş olduğu sünnetin delil olmasını inkâr edenler çoğunlukla da Basra’dandı. Bu tarihi naslar muvacehesinde, sünneti inkâr akımı yalnızca Irak bölgesindeydi denebilir.
Haricîler, özellikle tahkîm olayından sonra çoğu sahâbenin rivayetlerini kabul etmeseler de sünnetin hücciyyetini inkâr etmiyorlar ve sünneti şeriatın ikinci esası olarak kabul ediyorlardı.
Mutezilenin sünnete bakış açısına dair nakiller, ayrıntılardaki farklılıklarla beraber sünneti kabul ettikleri yönündedir. Mutezileden olan Nazzam’dan farklı nakiller bulunup, bu nakillerden biri de sünnetin hücciyyetini red mahiyetinde olsa da hem kendisinden nakledilen karışık görüşler hem de tek başına Mutezileyi temsil etmemesi göz önüne alınırsa, tek başına Nazzam’ın görüşü Mutezile adına genelleştirilemez. Dolayısıyla Mutezile, her ne kadar kendi görüşlerine aykırı gördükleri rivayetleri kabul etmeseler de sünnetin hücciyyeti hususunda ehlisünnetle beraberdir.[5]
Şîa, fırka fırka olmasına rağmen İslam âleminde kalan temsilcileri İsnâ Aşeriyye olup, bunların da çoğu sahâbeye karşı tutumları kendilerini ehlisünnetten ayırıp küfürle kucak kucağa eylese de sünnetin hücciyetini inkâr etmemektedirler. Kendilerine göre benimsedikleri bir sünnet anlayışları bulunmaktadır.
Suyûtî (Rahimehullâh) kadim zamanda sünnetin hücciyyetini inkâr edenlerin ğulât (aşırı) Râfizîler’den bir zümre ve zındıklar olduğunu ifade etmiştir.[6]
Netice olarak diyebiliriz ki; ümmet, seleften halefe, haleften günümüze bütün fırkalarıyla sünneti delil almışlar ve şeriatın ikinci kaynağı olarak kabul etmişlerdir. Selef zamanında bazı şahıslar veya fırkaların tâlî bazı grupları sünnetin aleyhinde olsalar da ikinci asrın sonlarına doğru, hatta en fazla üçüncü asrın sonlarına doğru yok olmuşlardır. Fakat bu fitne geçen yüzyılda tekrardan hortla(tıl)mış ve özellikle batı sömürgesi altına giren İslam beldelerinde uyandırılmıştır.[7]
Yakın Çağda Sünnet İnkârcılığı
Hicri ikinci asırdan sonra zaten cılız olan sünneti inkâr anlayışı, tarihin derinliklerine gömülmüştü. On bir asır sonra, tekrardan alevlen(diril)inceye kadar da gömüldüğü yerde kalmıştı. Zira modern çağ denilen modalı bir anlayış devri gelmiş, Müslüman devletler nüfuzlarını kaybetmiş, hatta bazıları zâil olmuş, sömürgecilik ve modern köleleştirme zamanı baş göstermişti. Sömürgeciler, habis fikirlerini yayarak İslâmî değerleri yok etmeye başlamışlardı.
Mısır’da, asrımızda Kur’ân’dan başka bir önderin edinilmemesi, Kur’ân dışındaki her şeyin Kur’ân ile ilim ve amel arasını perdeleyeceğini, Ezher ve benzeri medreselerde okutulan kitaplar üzerinden İslam’ı anlama devam ettiği müddetçe ümmetin kalkınmasının mümkün olmayacağını dillendiren Muhammed Abduh (ö. 1905) sahneye çıkmıştır.
Ardından Tevfik Sıdkı (ö. 1929), Menar Dergisi’nde, “İslam, yalnızca Kur’ân’dır” başlıklı iki makale yayınlamış ve hak söz olan Kur’ân âyetleriyle bâtıl davasını delillendirmeye çalışarak Peygamber Sünnetine ihtiyaç olmadığını zırvalamıştır.
Reşid Rıza (ö. 1935) ise, Tevfik Sıdkı’yı desteklemiş ve hadisleri mütevatir olan ve olmayan diye iki kısma ayırmıştır. Namaz rekatlarının adedi gibi mütevatir olarak nakledilenleri kabul etmek gerektiğini belirtmiş ve bunları dîn-i âm (genel din) diye isimlendirmiştir. Bu özelliği taşımadan nakledilen rivayetler ise dîn-i hâs’tır ve bunların din edinme gerekliliğinin olmadığını ifade eder.
Bunlardan sonra piyasaya Ahmed Emin (ö. 1954) çıkmış ve Fecrü’l-İslâm adlı kitabında sünnet-i nebeviyyeye dair müstakil bir başlık açıp hakla batıl ne varsa karıştırmıştır. İlim dünyasına şüpheden başka bir şey getirmemiştir.
Ardından İsmail Ethem, sünnet tarihi hususunda bir risale yazmış ve Buhari-Müslim dahil hadislerin asıllarının sabit olmadığını, içerisinde şüpheler barındırdığını ve genelinin uydurma olduğunu saçmalamıştır.
Bunlardan sonra sapkınlık bayrağını Ebu Reyye (ö. 1970) almıştır. Edvâ ale’s-Sünneti’l-Muhammediyye adlı eserinde kendini zorlayarak yaptığı araştırmalarını yazmıştır. Ebu Reyye aslında yeni bir anlayış getirmemiş, kendisinden önceki İsmail Ethem, Tevfik Sıdkı ve Reşid Rıza’nın görüşlerini karıştırarak ortaya karışık sapkın anlayış salatası yapmıştır. Sünneti, yalnızca Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem zamanındaki amelî sünnet olarak kabul etmiş, amelî sünneti de mütevatir olan diye belirlemiştir. Asıl sünnetin bunlar olduğunu, hadislere sünnet denmesinin sonradan ortaya çıkan bir ıstılah olduğunu belirtmiştir. Mütevatir olmayan hadislere gelince rivayet ve (kendisine göre) dirayet açısından sahih olanlarla amel edilebileceğini, fakat ümmeti bağlayacak genel bir teşri yapılmaması gerektiğini söylemiştir.[8]
Mısır’da durum böyle iken, Hind kıtasında İngiliz sömürüsü vardı. Sömürgecilerden kurtulmayı isteyen müslümanlar, cihad ilan ediyorlardı. İngilizler, müslümanlar üzerinde cihad ruhunun tesirini farkedip, cihâdı inkâr edecek ulemâ geçinen bir zümreyi îcâd ettiler. Cihâd hadislerini inkâra dûçâr eylediler. Bu görüşün başını Çerağ Ali (ö. 1898), Mütenebbî ve Kâdiyânî Mirza Ğulam Ahmed çekti. İşte bu ruh(suzlar), Seyyid Ahmed Han (ö. 1898), Abdullah Çekrâlevî (ö. 1914), Ahmedüddin (ö. 1936) gibi yavrular doğurdu. Son olarak Ğulam Ahmed Perviz (ö. 1985), Ehl-i Kur’ân (Kur’âncılar) diye bir ekol kurdu. Ahmed Perviz, her ne kadar müstakil bir şekilde içtihat yaptığını iddia etse de tamamen Tevfik Sıdkı’yı taklit etmekteydi. Zira yalnızca haber-i vâhidleri rafa kaldırmıyor, hadislerin şeriatta hiçbir kıymeti olmadığını, hatta mütevatirleri bile hiçe sayarak: “Kur’ân, bize namazı emrediyor, ama namazın nasıl kılınacağına dair bir emri yoktur. Namazın şeklinin belirlenmesi, istişare heyetiyle beraber devlet reisine aittir, zaman ve mekâna göre değişiklik arzedebilir” diyordu. Tevfik Sıdkı da aynı şeyleri “İslâm, yalnızca Kur’ân’dır” başlıklı makalesinde dillendirmişti.
Netice
Netice olarak, kadim zamanda sünnetin hücciyyetini ve kıymetini inkâr, nadiren vukû bulmuş ve cehaletten kaynaklamıştır. İkinci asırdan sonra bu anlayış tamamen ortadan kalkmış ve belki de batı sömürgeciliğiyle beraber tekrardan canlandırılmıştır. Bazıları yalnızca cihad hadislerini inkâr etmişler, bazıları hadislerin tamamını, bazıları mütevatir olan-olmayan diye ellerinden geldiği kadarıyla hadisleri ve sünneti işlevsizleştirmişlerdir. Ayrıca modern çağdaki sünneti inkâr eğilim ve istidlâller, kadim zamandaki eğilim ve istidlâllerden çok farklı değildir.[9] Birileri, benimsedikleri dünya düzenine ayak uydurma adına, tarihten kendisine uygun anlayışları savunarak kendilerine yol çizmişler ve kendilerini çizdirmişlerdir.
Ayrıca yukarıda, her ne kadar Haricîler, Mutezile ve Şia’nın temel prensip olarak sünneti inkâr etmediklerini söylemiş olsak da sünnetin sübûtu hususunda icmaya aykırı tavır almış olmaları hasebiyle bu hususta çok da masum değillerdir. Zira bu sapkın fırkaların, hakikat içerisinde hiçbir yer edinememiş birtakım inançlarına göre, sahâbeden dilediklerini rivayet hususunda devre dışı bırakmaları ve devre dışı bıraktıkları sahâbeden gelen Peygamber aleyhisselâm’ın sünnetini pratikte inkâra düşmeleri âşikârdır. Nitekim birçok fıkhî ve itikadî konuda, icmaya ters düşüp ehlisünnet dışında kalmışlardır. Bu tutumları, teoride sünnetin delil olmasını kabul etmelerini ifade etse de pratikte “dînin bazısını kabul edip bazısını inkâr edenler” grubuna girmekten onları kurtarmamaktadır.
Dipnotlar
[1] Muhammed Mustafa el-Azamî, Dirâsât fi’l-Hadîsi’n-Nebevî, c. 1, s. 20-21.
[2] Hâkim en-Nîsâbûrî, Müstedrek, c. 1, s. 192.
[3] Hâkim en-Nîsâbûrî, Müstedrek, c. 1, s. 388.
[4] Hatib el-Bağdâdî, el-Kifâye, c. 1, s. 16.
[5]Bkz. Ebu’l-Hüseyin el-Basrî, Mutemed, c. 2, s. 92.
[6]Suyûtî, Miftâhu’l-cenne fi’l-ihticaci bi’s-sünne, s. 6.
[7]Muhammed Mustafa el-Azamî, Dirâsât fi’l-hadîsi’n-nebevî, c. 1, s. 25.
[8] Ebu Reyye, Edvâ ale’s-Sünneti’l-Muhammediyye, s. 404-407.
[9] Muhammed Mustafa el-Azamî, Dirâsât fi’l-hadîsi’n-nebevî, c. 1, s. 29.