Mukaddes dinimiz İslâm’da Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak ve müttakî bir kul olmak sadece bir zümreye hasredilmemiş, çeşitli meslek ve meşrepler vasıtasıyla cemiyetin her ferdine ayrı ayrı kolaylıklar ihsan edilmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın rızasını arzulayan ve o minvalde yürüyenlerin işleri her ne kadar farklı farklı olsa da her biri hem kendisine çizilen kader tecellisi ve hem de kesbleri neticesinde âhiretlerini mamur edebilirler. Yeter ki ana gayeden sapılmış olunmasın.
Müslümanların içinde farklı farklı zümreden insanlar vardır. İnsan ya âbid ya âlim veya talebe ya da idareci ya meslek sahibi veyahut da bütün himmetiyle Cenâb-ı Hakk’a yönelmiş bir Allah dostudur.
Âbidlerin Halleri
Âbid, kendini ibadete adamış ve ondan başka işi-gücü olmayan kimsedir. Hatta ibadeti terk edecek olsa kendini işsizmiş gibi hisseder. Bu sebeple ona en uygun şey, vakitlerinin çoğunu ibadet ve zikir meclislerinde geçirmesidir. “Cennet bahçelerine uğradığınız zaman istifade ediniz.” buyurdular. Sahabeler: “Cennet bahçeleri nerelerdir, yâ Rasûlâllah?” diye sordular. Efendimiz Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem: “Oralar, ilim/zikir meclisleridir.” buyurarak cevap verdi.[1]
Âlim Âbidden Üstündür
Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlardır: “Âlimin âbide üstünlüğü, benim sizin en aşağı derecede olanınıza üstünlüğüm gibidir. Şüphesiz ki Allah, melekleri, gök ve yer ehli, hatta yuvasındaki karınca ve balıklar bile insanlara hayrı öğretenlere dua ederler.”[2] Âlimler insanların fetvâ veya ders verme yahut eser yazımı gibi konularda ilminden faydalandıkları kişilerdir. Âlimin vaktini bu tür şeylerle harcamak gibi bir durum söz konusu ise, farz namazlardan sonra yapacağı en hayırlı işler bunlardır. Şayet manevî gidişâtını (sülûk) düzeltmek maksadıyla ilim öğretirse, o zaman da nâfile ibadetlerden daha iyi bir iş yapmış sayılır. İbâdetten daha öncelikli olan ilimden maksat, insanları ahirete teşvik edip dünyaya karşı kanaatkâr yapan ilimdir.
Talebe ise öğrendiğiyle Cenâb-ı rızasını gözeten kişidir. Bir talebenin ilimle meşgûliyeti, zikirle ve genel anlamdaki nâfilelerle meşgûliyetinden daha faziletlidir. Fakat, her gün belirli ölçüde bir zikri mutlak sûrette edinmeli; asla terketmemelidir. Çünkü edindiği bu virdin bulunduğu ilim yolu üzerinde ziyadesiyle faydası vardır. Hazret-i Ömer de (Radıyallâhu Anh) da şöyle buyurmuştur: “Bir adam, boynunda Tihâme dağları kadar günahlarla sokağa çıkar da bir âlimin nasihatine kulak verdikten sonra korkup Allah’a tevbe ederse, evine günahsız bir şekilde geri döner. Bunun için, sakın âlimlerin meclisinden ayrılmayın. Zira Allah Teâlâ, yeryüzünde âlimlerin meclisinden daha değerli bir yer yaratmamıştır.”[3]
Aileye Rızık Temin Etmek İbâdettendir
Bir de çoluk-çocuğunun rızkı için çalışmak zorunda olan meslek sahibi kimseler vardır. Böyle kimselerin tüm vaktini ibadetle geçirerek ailesinin nafakasını ihmal etmesi kesinlikle doğru değildir. Böyle bir kimse için en faziletli amellerin başında mesleği icabı çarşı-pazarda bulunması ve kazançla meşgûl olması gelir. Fakat, işini yaparken farz namazları kesinlikle eda etmesi ve yüreğinden Allah Teâlâ’yı zikretmeyi unutmaması lâzımdır. Hatta tesbihâta, zikirlere ve Kur’ân okumaya devam etmelidir. Çünkü kişinin böyle bir şeyi çalışma esnasında yapması mümkündür. Binaenaleyh ihmal etmemesi gerekmektedir.
İdârecilerin En Mühim Görevi
Her cemiyetin bir yöneticisi vardır. İslam devlet başkanı, hâkim gibi idareciler ve yöneticilik yapan vâlilerin, Müslümanların ihtiyaç ve taleplerini şeriata göre ve samimiyetle yerine getirmeleri, kendilerini uzun süre meşgul edecek olan nafile ibadetlerden hayırlıdır. Temel vazifesi, gündüzleri insanların hak ve ihtiyaçlarıyla uğraşması, farz ve (farza bağlı) nafile namazlarla yetinerek geceleri zikirle meşgul olmasıdır. Bu minvalde İstanbul’un mânevî fâtihi Akşemseddin Hazretleri’nin Sultan Fâtih’e “sen bu zevkin tadını alırsan ve bütün himmetini buraya sarfedersen Müslümanlar başsız kaldır” meâlinde bir nasihat ettiği rivayet edilir.
Hakka Giden Yollar Çoktur
Sadece Cenâb-ı Hakk’ı seven, sadece O’ndan korkan ve rızkı yalnızca O’ndan bekleyen ve bütün benliğini Eşsiz ve Yegâne olan Allah’a vakfeden bir Hak dostunun farz ve (farza bağlı) nafile namazlardan sonra vazifesi tektir: O da kalbinin her durumda Cenab-ı Hakk’la beraber olmasıdır. İşte bu, sıddıkların mertebesinin zirvesidir. Bu zirveye ise ancak virdleri düzenli ve devamlı bir şekilde yapmakla varılabilir. Bu yolun yolcusunun aldanıp da bu mertebeye ulaştığını iddia etmesi ve ibadetlerde gevşeklik göstermesi doğru değildir. Çünkü söz konusu mertebenin alameti, göğsüne bir şeytan vesvesesinin fısıldanmaması ve kalbinden bir kötülük niyetinin geçmemesidir. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi ise kâmil ve mükemmil bir şeyh efendiye intisap etmekle mümkündür. Zîra mürşid-i kâmil bu yolun tehlikelerini ve şeytanın iğvâsını iyi bilir ve müridini doğru yola yönlendirebilir. Firâset ve basiretiyle müridinin Cenâb-ı Hakk’a vasıl olmasına vesile olur.
Hakkʼa giden yollar, mahlûkâtın nefesleri adedince çoktur. Önmli olan, Cenâb-ı Hakkʼtan gelen ve bizi Hakkʼa yaklaştıracak olan vesîlelerin farkına varıp onlardan lâyıkıyla istifâde edebilecek bir gönle sahip olmaktır. Kulun gönlü hak ve hakîkate namzed ise, kendisini Allâhʼa yaklaştıracak olan vesîleleri görmeyi Allah Teâlâ ona nasip eder. Cenâb-ı Hakk cümlemizi kendisine vâsıl olunan yolları ikrâm eylesin. Âmîn Yâ Muîn…
Dipnotlar
[1] Tirmizî, De‘avât, 82.
[2] Tirmizî, İlim, 19.
[3] Tenvîrü’l-Kulûb.