Bizleri, kendisine “kul olmakla” şereflendiren Yüce Rabbimize sonsuz hamdler, en nadide kul Hazreti Peygambere can-ı gönülden salat ve selamlarımız olsun.
“Rahmân’ın kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde tevâzu (ve vakâr) içinde yürürler; cahiller onlara bir lâf attıkları zaman “Selâm (Allah selâmet versin)!” der(geçer)ler.”[1]
Günümüzde Kulluk Nasıl Anlaşılıyor?
Günümüzde “kul olmak veya kulluk vazifesini yerine getirmek” denilince “bir insanın başka bir insana kulluk/ kölelik yapması” akla geldiğinden “kulluk” kelimesinin manası tam anlaşılmıyor belki de yanlış anlaşılıyor. Ya da “kulluk” denilince ilk akla gelen insanların kendi zihnindeki -yanlış veya eksik- kulluk anlayışı oluyorsa bu durum gerçek kulluğun ne olduğunu konusunda kafa karışıklığının olduğunu gösterir.
İbâdet ve Kulluk Arasındaki Bağ
İbadet etmek, Yüce Allah’ın emirlerini yapmak, yasaklarından uzak durmak, buyruklarını yerine getirmektir. İbadet kelimesi ile aynı kökten türemiş olan ubudiyet/ kulluk ise Allah’ın insan üzerindeki bütün tasarrufuna (boyuna, posuna, sağlığına- hastalığına, varlığına- yokluğuna) itirazsız razı olmak, emir ve yasakları, kayıtsız- şartsız kabullenmek ve amasız- fakatsız boyun eğmek ve insandan istenilen her şeyi can-ı gönülden yerine getirmektir. İbadet insan bedeniyle meydana gelir, ubudiyet ise kalp işidir, ibadeti severek, isteyerek yapmak, yerine getirmektir. İbadetler kulluğun bir gereğidir; ibadetleri yerine getirmeyenin kulluğu da olmaz.
İbadetlerin gerçekleşmesi için de kullara birtakım mükellefiyetler, emir- yasakların yöneltilmesi gerekir ki bu aynı zamanda kulların hayatı, hareket ve davranışlarının belli ölçülere/ kalıplara girmesi, belli sınırlarla sınırlandırılması demektir. Aslında bütün bu teklifler, emir ve yasaklar kulluk nimetlerinin başında gelir, şöyle ki, Yüce Mevla’mız ilk önce bizi kulluğa muhatap almıştır, bizi kendine kul olmaya layık görmüş, kul olma şerefiyle şereflendirmiştir. Mahlukatın asaleti, kul olarak değer verilmektir. Peygamberler “kulluğu” en yüce makam olarak kabul etmişlerdir, kelime- i şahadette Hazret-i Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) için “Allah’ın Rasûlü ve kuludur” deriz. İsrâ suresinin ilk ayetinde Allah’ımız (Celle Celâlühû) “Kulunu (Hazret-i Muhammed’i) bir gece Mescidi Haram’ dan (Mekke’den), kendisine bir kısım ayetlerimizi göstermek için…” buyuruyor, bu ayet hakkında âlimlerimiz şöyle demiştir: “Bir insana verilebilecek en büyük şeref ve rütbe Allah’ın ona “kulum” demesidir, eğer bundan daha yüce bir tabir olsaydı elbette Allah Teala, Rasulü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) o tabiri kullanırdı.” Aslında aşkla, iştiyakla yapılan kulluğun zirvesi Peygamber Efendimizin kulluğudur. O’nu ayakları şişinceye kadar namaz kıldığını görenler, “Ya Rasûllallah! Rabbin senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladı (kendinizi bu kadar yormasanız?)” deyince, O’nun verdiği cevap çok manidardır: “Şükreden bir kul olmayayım mı?”[2]
Kulluğun Kazananı Kimdir?
Allah Teala’ ya kulluk etmek, kulun kendinden bir şeyler vermesi (mesela vaktini ibadete ayırması), harcaması (malını zekât olarak vermesi gibi), feda etmesi midir? Yoksa kulluğun bütün kazancı, faydası, kârı ve kazanımları baştan sona insana mı döner? Yani kulluk denilen vazife yerine getirilince yüzde yüz kesin, net ve tartışmasız kazanan, kulluktan mutlaka kârlı çıkan kim olur? Ya da iki tarafın da bu işten karşılıklı kazancı mı vardır? Bir insana kul- köle olan birisi bütün varlığını, yeteneğini, ömrünü, kısacası her şeyini efendisi için harcar, feda eder. O kulun- kölenin yegâne gayesi efendisini razı etmek, onun istek ve emirlerini yerine getirmektir. Kulun kendisi ve neyi varsa sahibinindir. Bu tür kullukta bütün kazanımlar efendiye aittir, onun hesabına geçer, kulluğun kazançları efendinin maslahatına döner. Kazanan taraf sadece efendi olduğu için kâr tek taraflıdır. Böyle bir kölenin kendine ait hiçbir şeyi, özel hayatı olamaz.
Oysa Allah Teâlâ’ya kul olmada durum bunun tamamen aksinedir, bu kullukta tek kazanan sadece kuldur, kul kendi gücünü, mesaisini, yeteneklerini, ömrünü yine kendisi için harcar, kendi namına kullanır. Ayrıca bütün kazanımları hem dünyalıktır hem de âhiretliktir ki bunlar sonsuzdur. Kendisine kulluk yapılan Allah Teâlâ’nın zaten hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, O, kullar varlık aleminde çıkmadan önce de her şeyden ganiydi. Bir kul, Yüce Yaratıcısından yedi yirmi dört dilediği zaman, istediği her şeyi sınırsız- limitsiz olarak ister, Yüce Rabden istemenin, dilemenin sınırı yoktur, biz çok aşırı istemekten yorulsak, bıksak bile O kendisinden istenilmesinden yorulmaz hatta kendisinden istendikçe daha çok hoşnut olur. Ayrıca O, istediğimiz her şeyi ama her şeyi bize vermeye gücü yetendir, bir şartla ki O, bize vereceği şeyleri en doğru zamanda ve yerinde verecektir. Allah’ımızın hesapsız/ sınırsız ne kadar nimeti, ihsanı, lütfu, hayrı, bereketi varsa, bütün iyilik ve güzelliklerinin hepsi kulun kârı, kazancı olur. Allah’a kul olmada da kazanç tek taraflıdır fakat kazanan sadece kuldur. Öyleyse kula kul olmak ile Allah’a kul olmak birbirinden tamamen farklı şeylerdir, her ne kadar ikisine de “kulluk” denilse bile. Bütün bunlar bize gösteriyor ki Yüce Mevla’mızın bizden sadece kendine kulluk yapmamızı istemesi bizim için tarifi imkânsız çok büyük bir nimet, rahmet, lütuf ve ihsan oluyor. Tasavvuf ehli bunu “en üstün kıymette bir devlet” olarak görür.
Kulluk İçin Önce Tanımak Gerekir
Kime kulluk yapılıyorsa ilk önce onu tanımak, bilmek gerekir ki, kulluğun ne olduğu doğru- dürüst idrak edilebilsin. Tasavvuf ehline “arifler/ Allah’ı bilenler, tanıyanlar” denilmesinin bir hikmeti de bu olsa gerektir. Her şeyden önce kulluk yapılan makam tam manasıyla bilinirse, tanınırsa bundan sonrası daha kolay olacaktır. Sofiler ibadetten, kulluk vazifelerini yerine getirmekten zorlanmazlar, yüksünmezler bilakis ibadetleri bir şeref ve nimet olarak görürler, kulluk yapmaktan hoşnut olurlar. Niye? Çünkü kulluğun idrakine varmışlar, aslını bilerek, özünü tadarak, yaşayarak elde etmişlerdir.
Kulluk İnsanın Varoluş Gayesidir
Kulluk; Cenab-ı Hakk’ın insanlar ve cinler için koyduğu gayeye, hedefe, maksada uygun ve yine O’nun koyduğu, gösterdiği ölçüler içinde yaşamaktır. “Kulluk/ ubûdiyyet” içinde pek çok manayı barındıran ve İslami ilkeleri kapsayan geniş bir anlam zenginliğine sahiptir. Tevekkül, rıza, şükür, sabır, Allah’ a itimat, zühd, tevazu, muhabbetullah vs. gibi pek çok İslâmî esasları içine alır, kısacası İslam’ın özünü oluşturur. Kulluk, Yüce Yaratıcıya boyun eğmektir, yaratılmıştaki acizliği kabul etmektir. Kulluk bir şereftir, izzettir. Haddini bilmek, muhtaç olduğunu idrak etmektir, insanın aldığı nefese bile hükmedemediğini fark etmesidir. Bütün bunlar insanın aslında, özünde var olan karakteristik özellikleridir ki, bir yönüyle kulluk insanın aslına, fıtratına uygun yaşamasıdır.
İslam tarihi boyunca kulluğun ne olduğunu tam manasıyla idrak eden, kulluğu en ince detaylarına kadar anlatan, tarifsiz kulluk örnekleri sergileyen, kulluk üzerine kitaplar, şiirler, destanlar yazanlar hep tasavvuf ehli olmuştur. Kul olmak, sûfîlerin şiârı olmuştur. Tasavvuf ehli kulluğu özel olarak ele almış ve kulluğun kemaline göre belirli merhalelere ayırarak her merhaleye ayrı bir isim vermiştir. Havassın kulluğu, havâssu-l havâssın kulluğu gibi.
Kulluk Bilincinde Tasavvufun Önemi
Özü itibariyle tasavvuf, bir Müslümanın kulluk görevlerini yerine getirirken nefsin hile ve zaaflarına karşı önlem alarak kulluğu zarar gelmesini önlemek, gibi konularda danışmanlık, rehberlik, yol göstericilik görevi görür. Kulluğun ne olduğu, nasıl yerine getirileceği İslam dininde ana hatlarıyla zaten anlatılmıştır, bildirilmiştir. Artık yapılması gereken bunların gerçek hayata geçirilmesi, doğru dürüst uygulanmasıdır. Bir Müslüman kendi nefsinin eksikliklerini, zayıf noktalarını çok iyi tanıması, bilmesi gerekir ki, nefsin arzularına yenilerek kulluğuna halel gelmesin. Aynı şekilde, şeytan onu hangi yollarla kandırabilir? Konusunda da çok tedbirli davranması gerekir. Kimi insan paraya, mala- mülke düşkündür, kimisi şöhret/ meşhur olma sevdalısıdır, kimileri şehvete düşkündür, bazıları tembeldir vs. vs. insanda var olan bu gibi zaafların listesi uzun uzadıya gider de gider. Tasavvuf kulluğa mâni olabilecek bütün bu zaafları, engelleri aşmanın yollarını bire-bir Müslümana gösterir, öğretir. Nefsin zaaflarına ve şeytani arzulara karşı nasıl önlem alınması gerektiğini, herkesin kendi nefsine karşı nasıl bir tavır alacağını, şeytanın o kişiyi özellikle hangi tuzaklara düşürebileceğini öğreten, gösteren tabiri caiz ise “kişiye özel kulluk eğitimi, tedavisi- terapisi” veren bir eğitim sistemidir. Diyelim ki bir Müslüman paraya çok düşkün; gerçek bir mürşid, o Müslümana bu eğilimini nasıl kontrol altına alacağını öğretecek ve onun parayla ilişkisine çeki- düzen verecektir. Böyle bir eğitimle o Müslüman ibadetlerinde gevşeklik göstermek, namazları vaktin sonuna bırakmak, dini ve ailevi görevlerini ihmal etmek gibi pek çok hayati konuda nasıl dengeli hareket edeceğini bir rehber yardımıyla hayatına tatbik edecektir. Bu bir bakıma o “kişiye özel bir kulluk reçetesi” olarak da kabul edilebilir. Tasavvuf, bünyesinde birtakım genel kurallar barındırmakla beraber, hakikat yolcusu salikin bireysel özelliklerini de dikkate alarak hareket eder.
Kul olma gayreti, ciddi bir süreçtir, bir Müslümanın hayatındaki en önemli görevi yerine getirmesidir. Nefsin aşırılıkları, taşkınlıkları ve şeytanın çeşitli hileleriyle her Müslüman mutlaka imtihan edilecektir. Mürşid-i kâmilin bu süreçte yapacağı rehberlik yardımıyla “ciddi- samimi bir kul olma” merhaleleri nefis kontrol edilerek doğru ve sağlıklı bir şekilde aşılacaktır.
Ey Rabbimiz! Bizleri sevdiğin kulların zümresinden eyle! Âmin, Yâ Erhame’r-Râhimîn!
Dipnotlar
[1] Furkân Sûresi, 63.
[2] Buhârî, Teheccüd, 6; Müslim, Müsâfirîn, 18.