Deizm yandaşlarının sıklıkla vurgu yaptığı ve ana ilke olarak kullandıkları sloganlardan biri de Kur’ân’ın akletmeye çağırmasıdır. Onlar Kur’ân-ı Hakim’in bu noktadaki çağrısını aklın mutlaklaştırılması ve bütün ilim sebeplerinin başı kabul edilmesi gerektiği şeklinde anlıyorlar. Ve akıllarını kullanınca da deizmden başkasının doğru bir yol olmadığı kanaatine varmış oluyorlar. Böylece onlara göre Kur’ân bugünkü ortamda akletmeye çağıran âyetleriyle esasen deizme çağırmış oluyor insanlığı… Şu halde bizim Kur’ân’ın nasıl bir akla ve akletmeye çağırdığı konusunu irdelemekle başlamamız gerekiyor bahsimize.
Akl Kelimesi
Her şeyden önce Kur’ân-ı Hakim kırk dokuz yerde “akl” dan bahsetmekte ve bunların sadece biri müstesna tamamında muzari sıygasını kullanmaktadır.[1] Yani Kur’ân mücerret bir akıldan ziyade aklı işlevselleştirmeye çağırmaktadır bizleri. Yer ve göğün yaratılışı gibi çok ibretlik meselelerde biz insanları düşünmeye davet etmekte ve “Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde akıl sahipleri için büyük ibretler olduğunu” ifade etmektedir.[2] Ayrıca başka ayet-i kerimelerde vahyin insanların düşünmeleri için indirildiği,[3] ve hakkıyla düşünebilenlerin verilen temsilleri bihakkın anlayabilecekleri belirtilmektedir.[4] Evvelki ümmetlere dair Kur’ân-ı Kerimde yer alan kıssaların amacı da bizleri akletmeye davet etmek ve onların yaşadıklarından ibret almamızı sağlamaktır.[5]
“İlâhi vahyin sürekli akletmeye göndermede bulunması ve ancak aklın varlığıyla sorumluluğun gerçekleşebileceği, düşünme yetisinin bulunmaması durumunda ise sorumluluktan hiçbir şekilde söz edilemeyeceği[6] üzerinde durup aklın sürekli dinamik bir süreç içerisinde olması gerektiğini vurgulaması, akla büyük bir önem ve değer atfettiğinin açık göstergesidir. Kur’ân’ın akla büyük bir önem ve değer atfetmesi ve birçok yerde üzerine ısrarla vurguda bulunması, onun her şeye çözüm getiren ve anlam kazandıran tek yetkin varlık olduğunu göstermez. Aklın bilgi alanı varlık dünyasıyla sınırlı olduğundan[7] mutlak gerçeği bütün boyut ve sınırlarıyla kuşatabilecek bir mahiyet ve mükemmelliğe sahip değildir.[8] Söz gelimi, Allah Teâlâ’nın sıfatları, insan aklının ötesinde, onun kavrayamayacağı, algılama yetisinin kapsamı dışında olan bir vakıadır. Ancak böyle olmakla birlikte bu durum, İslam düşünürlerini Kant’ın gördüğü anlamda bilgi ile iman arasında bir ayırıma, bir ikiliğe götürmemiş; her problemi tamamıyla halletmeyeceğini bilmelerine rağmen Allah Teâlâ’nın varlığıyla ilgili aklî delilleri ortaya koymaktan geri durmamışlardır.”[9]
Kur’ân Bizi Nasıl Bir Akletmeye Çağırır?
Bu konu üzerinde konuşulurken özellikle üzerinde durulması gereken nokta Kur’ân’ın bizi nasıl bir akla veya akletmeye çağırdığıdır. Zira İmam Mâturîdî (Rahimehullah), çevrenin, zaman ve zeminin aklın doğruyu bulabilmesinin önünde birer engel olabileceklerini söylemektedir. Yani insan aklı, bir kısım faktörlerin etkisiyle iyiyi kötü, doğruyu yanlış olarak algılayabilir. [10]
İşte bu noktada bütün mesele kendisine bilgi sunan kaynakların sınırlı oluşu, zaman ve zemin faktörlerinin etkisi altında kalan aklın bu bağımlılıklarından etkilenişini asgariye indirebilmesi için kendisini sağlam bir zemin ve çerçeveye yerleştirecek olan bir vahye ihtiyaç duyduğunun farkında olmaktır. Bu anlamda salt akıl hakikati bulmada yetersizdir ve asla yegâne merci olamaz. Bu yüzden Kur’ân-ı Hakîm bizi düşünmeye davet ettiği ayetlerin birinde “Şüphesiz ki bunda kalbi olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır”[11] buyurmaktadır. Dikkat edilirse ayette kalbi olanlardan bahsedilmektedir. Ve onların anlatılanlardan bihakkın istifade edebileceğinden söz edilmektedir. Bu da göstermektedir ki akıl ile kalp beraber hareket ettiğinde hakikate ulaşmak mümkün olacaktır.[12]
Şu hâlde Kur’ân-ı Hakim’in bizi davet ettiği akıl deistlerin iddia ettiği gibi herkesin aklı değildir. Yahut Kur’ân-ı Kerim bizi sadece aklın hüküm sürdüğü ve nakli boğduğu bir din anlayışına çağırmamaktadır. Bilakis Kur’ân’ın akledin, düşünün derken –vallahu a’lem- kastettiği şey akıl- nakil dengesinin gerektiği şekilde kurulmasıdır.[13] Bu anlamda dini sadece akıldan ibaret görmek dinin aklın ihata edemeyeceği boyutunu ihmal etmeye, sadece nakilden ibaret görmek de gülünç bir din anlayışının ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Şu hâlde akıl vahyin düzgün anlaşılabilmesi ve uygulama sahasına dökülebilmesi için Allah Teâlâ’nın bir nimetidir. Ve Cenâb-ı Hak bizleri bu nimeti kullanarak hakikati idrak etmeye davet etmektedir. Selef bunu yapmıştır. Zira onlar her şeyden önce Allah Teâlâ’nın buyurduğu ve Hz. Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in din adına getirdiği ne varsa hiçbirinin akla muhalif olmadığı gerçeğini temel olarak almışlardır. Bütün din anlayışlarını bu temel üzerine bina ederek vahye karşı müthiş bir teslimiyet göstermişlerdir.[14]
Bu noktada dikkatle üzerinde durulması gereken bir başka konu da Kur’ân’ın her defasında önemle üzerinde durduğu “lübb” olan akıldır. Yani her türlü şekten, şüpheden, dünyevî ihtiras ve heveslerden, zamanın kokuşmuş seküler fikriyatından soyutlanmış tertemiz akıl. İşte vahyi hakkıyla anlayıp tatbik edecek olan akıl budur. Bu akıl insanı varlığın anlamına, eşyanın hakikatine götürecek ve iki dünyasının saadetini temin edecektir. Aklın bu noktadaki rehberliği zatından değil vahiyle hareket edişinden kaynaklanmaktadır. Zira Cenab-ı Hak bize gelen vahiyle ilgili “Gerçekten size Allah’tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir”[15] buyurmaktadır.
Akıl, Allah Teâlâ’dan bize gelen ve hidayete erdiren bu nuru anlamak, idrak etmek, telakki etmek ve bunun ışığında hak ile batılın arasını ayırmak aracıdır.[16] Mutarrif b. Abdillah (Radıyallâhu Anh)ın “Bir adama Allah Teâlâ’ya imandan sonra akıldan daha hayırlı bir nimet verilmemiştir” sözüyle ve Hasan-i Basrî’nin “Bir adamın aklı tamam olmadıkça dini tamam olmaz” ifadesiyle[17] kastettiği akıl budur. Zira Kur’ân’ın gaybî olarak haber verdiği şeylere bu akılla delil getirilmekte, amellerin sevap ve cezaları bu akılla düşünülerek hayat belli bir istikamet zeminine oturtulmaktadır.[18] Bizi hayvanlardan farklı kılarak üstün hale getiren ve dünya ve ahiretimizin necatına vesile olacak bu akıl Allah Teâlâ’nın üzerimizdeki en büyük nimetlerinden biridir.[19] Aksi takdirde bugün türlü akım ve ideolojilerin mülevves fikirleriyle kirlenmiş akılların hakikat namına buldukları şeyler ve vardıkları neticeler belli bir zaman eğlenmek amacıyla vakit geçirdikleri birer oyuncaktan ibarettir aslında.
Bir Misal
Kur’ân’ın bizi nasıl bir akla çağırdığıyla ilgili bir örnek zikrederek kapatalım konumuzu: Mesela siz Hazret-i Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in de içinde bulunduğu bir orduyla birlikte kafirlerle cihat ediyorsunuz. Düşmanla boğuştuğunuz için can tehlikeniz de var doğal olarak. Başınızda komutan olarak bulunan Allah Resulü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) de yaptığınız işin yani cihadın imandan sonra ibadetlerin en faziletlisi olduğunu da söylemiş.[20] Hayatın her anında mükellef olduğunuz namaz diye de bir ibadet var. Şimdi böyle bir durumda namaz vazifenizi yerine getirecek olsanız canınızdan olabilirsiniz. Hem zaten meşgul olduğunuz iş de bir ibadet. Hem de en faziletli olanından. Böyle bir durumda namaz ibadetinin ne olacağını beşerin aklına soracak olsak -özellikle zamanımızın aklı- namaz sorumluluğunun düşeceğini, zaten ibadet yapıldığını, İslam’da canı tehlikeye atmanın yasak olduğunu[21] söyleyecektir. Ancak vahye baktığımızda böyle bir halde dahi namazın sâkıt olmadığını, olmayacağını görüyoruz. Bilakis ordu ikiye bölünecek ve namaz hem de cemaatle îfâ edilecektir.
Anlaşılır ve bariz bir misalle anlatmaya çalıştığımız akıl-nakil ilişkisi beşerin etki altındaki kasır aklıyla sınırlandırılabilecek bir ilişki değildir. Hele hele böylesine nakıs bir akla vahyi boğdurmak şeklinde bir münasebet hiç değildir. Ez cümle Kur’ân’ı Hakîm’in bizi akletmeye çağırmakla davet ettiği yol Resulüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in çizdiği çizgi ekseninde düşünme mekanizmasıdır. Buradan Deizm’e hiçbir şekilde ekmek çıkmaz.
Aklı Yegâne Rehber Kabul Edebilir miyiz?
Kur’ân’ın akletmeye yönelik çağrısıyla bizi davet ettiği aklın ne olduğunu ortaya koymadan herkesin kendi aklına göre düşünüp hakikati bulması gerektiğini savunmak ise tam bir cinayettir. Esasen Deizm adı altındaki çalışmalar ve hususiyle deizmin Kur’ânla temellendirilmeye çalışılmasının altında yatan çağrının mahiyeti budur. Yani bu faaliyetleri yürütenler bizi her ferdin kendi aklına göre hareket ettiği bir din anlayışına davet ediyorlar. Kendi akıllarıyla düşünüp buldukları hakikat ise Deizm.
Meseleye bu zaviyeden yaklaşacak olursak karmakarışık bir manzarayla karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır. Zira bugün kim tuttuğu yolun ve yaptığı işlerin yanlış olduğu kanaatini taşıyor ki? Organ mafyacılığından cinayet vakalarına, çocuk kaçırmaktan adam dolandırmaya varıncaya kadar herkes yaptığı işten gayet memnun gözüküyor. Ve belki yaptıkları bu çirkin işleri kendi akıllarınca makul bir zemine de oturtmuş durumdalar. Bugün bir terör devleti olarak ortaya çıkan İsrail’in Filistin ve Filistinlilere yaptıklarını bir zulüm olarak kabul ettiğini ve öylece yaptığını mı düşünüyoruz? Hayır, bilakis İsrail kendi aklına göre davasında haklı ve Filistinliler kendilerine yapılanları fazlasıyla hak ediyorlar. Veya bugün bütün dünyayı planlarıyla kan gölüne çeviren Siyonist çetenin yaptığını bir zorbalık kabul ettiğini mi zannediyoruz? Ebetteki hayır. Onların da kendilerine göre sözde makul gerekçeleri var.
Öyleyse bu ve benzeri noktalardaki makuliyetin ölçüsünü kim belirleyecek? Yukarıdaki zulümleri yapanlar çıkıp “Kur’ân da akletmemiz gerektiğini söylüyor. Aklediyorum ve bu işi yaptığım şekilde yapmam gerektiği sonucuna varıyorum” dese ne diyeceğiz? Bütün bunların cevabı olarak ortaya bir netice çıkıveriyor: Aklın sahih ve salim bir akıl olabilmesi vahyin çizdiği çerçeve içinde kalması ve ona tayin ettiği istikamet çizgisini aşmamasına bağlıdır. Vahiy destekli olmayan ve vahiyle paralel yürümeyen bir akıl şeytan, nefis ve hevanın kontrölüne girip bütün ölçüleri birbirine karıştıracaktır. Kur’ân’ın böyle bir akletmeye çağırması mümkün olmadığı gibi böyle bir akıl ve akletmenin de hakikati idrak etmesi muhaldir.
Dipnotlar
[1] Yusuf el-Karadâvî, el-Aklu ve’l-İlmu fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Mektebetu Vehbe, Kahire, 1996, Baskı: I, s. 13
[2] Al-i İmrân, 290, Ayrıca bkz. Bakara, 164, 219, En’âm, 95-99, Yunus, 3-6, Ra’d, 2-4, Nahl, 14, İsrâ, 12, Rum,20-27, Fussilet, 53, Câsiye, 6,13
[3] Bakara, 242, Sâd, 29
[4] Ankebût, 43
[5] Yusuf, 111, İbrâhim, 5, Rum, 9, Ahzâb, 62
[6] Ebu Zeyd, el-İtticâhu’l-Aklî fi’t-Tefsîr, s. 61
[7] İzmirli İmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelam, Evkâf-ı İslamiyye Matbaası, İstanbul, 1341, s.47
[8] Ebu Mansur el-Mâturîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, Daru’l-Meşrik, Beyrut, 1986, s. 183
[9] Bkz. Şehmus Demir, Kur’an’ın Yeniden Yorumlanması, Batıyla Münasebetin Kur’an Yorumuna Yansımaları, İnsan Yayınları, İstanbul, 2015, s.53
[10] Ebu Mansur el-Maturîdî, a.g.e., 182-183
[11] Kâf, 37
[12] Mustafa Sabri, Mevkifu’l-Akli ve’l-İlmi ve’l-Âlim min Rabbi’l-Âlemîn ve İbâdihi’l-Murselîn, Daru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, 1981, I/438-440
[13] Bu konuda temel parametreler olarak nitelendirilebilecek esaslar için bkz. Eşref Ali et-Tehânevî, el-İntibâhâtu’l-Müfîde fi Halli’l-İştibâhâti’l-Cedîde, Karaçi, Pakistan, s. 53 vd.
[14] Cabir İdris Ali Emir, Menhecu’s-Selef ve’l-Mütekellimîn fî Muvafakati’l-Akli li’n-Nakl, Edvau’s-Selef, Riyad, 1998, Baskı: I, I/ 155
[15] Mâide, 15,16
[16] Abdülmecid Ahmed Ebu Süleyman, Ezmetu’l-Akli’l-Müslim, Cidde, 1991, Baskı: I, s. 118, 119
[17] İbn Ebi’d-Dünyâ, Kitabu’l-Akl ve Fadluhû, (Mecmu’atu Resâili İbn Ebi’d-Dünyâ içerisinde) Müessesetu’l-Kütübi’s-Sekâfiyye, Beyrut-Lübnan, 1993, Baskı: I, I/17
[18] Haris el-Muhâsibî, el-Aklu ve Fehmu’l-Kur’ân, Daru’l-Fikr, 1971, Baskı: I, s.266
[19] Abdül Âlî Salim Mükerrem, el-Fikru’l-İslâmî beyne’l akli ve’l-Vahy, Daru’ş-Şürûk, 1982, Baskı: I, s. 10-11
[20] el-Lâlekâî, Şerhu Usûli İ’tikâdi Ehli’s-Sünne ve’l-Cemâ’a, No: 1551, İbn Hibbân, Sahih, “Kitâbu’l-Îmân”, No: 152, Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/444, No: 379, Buhârî, “Kitâbu’l-Îmân”, No: 26, Müslim, “Kitâbu’l-Îmân”, No: 135, Nesâî, Sünen, “Kitabu’z-Zekât”, No: 2526
[21] Bakara, 195