Kur’ân-ı Kerîm’de, şeytanın hilelerinden ancak ihlâs sahibi kulların korunabileceği beyân edilmiş ve Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bu hakikati şöyle vurgulamıştır: “İhlâsla amel edenler müstesna, ilmiyle amel edenler de helâk oldu.”
Maalesef bu günün müslümanları ömrünü tükettiği, canını vermeye hazır olduğu dünya malına ve teknolojisine sahip olma yolunda amansız bir savaşın içinde debelenip durmaktadır.
Samimi ve ihlâslı dünyaların yerini sanal âlemler aldı. Yapmacık duruşlar, bencil duygular, fırsatçı bakışlar, çıkarcı hesaplar alabildiğine revaçta. Zamanımız müslümanlarının temel felsefesi bu. Hastalık bütün mü’minleri sarmış durumda.
İslâm’ın en güzel kelimesi ve en çok muhtaç olduğumuz “İhlâs” maalesef lekelendi. Sanki ihlâs yetmezliğinden boğulacak hale geldik. Akılcılık, felsefî yorumlar, indî görüşler ihlâsı hedef almış durumda. Neredeyse onu yutma noktasına gelmiştir.
Şunu itiraf edelim ki samimiyet sorunu yaşıyoruz. Ortama bakıldığında herkes kendince samimi, hâlbuki yaşanan “ihlâs erozyonu” karşısında dehşete düşmemek mümkün değil. Riyâkârlık, hilekârlık ve samimiyetsizlik hayatımıza girmiş, yaşam biçimi haline gelmiş ise sâdıklar ve sâlih insanların sırtına büyük bir yük biniyor demektir ki, sorumluluktan asla kaçamazlar.
Müslümanlık Kalitesinin Şaşmaz Ölçüsü
İhlâs; samimiyet, içtenlik, saflık, temizlik, sadâkât, bir işi sırf Allâh için yapmanın adıdır. Müslümanlık kalitesinin şaşmaz ölçüsüdür. Ne yazık ki bu güzel kelime, ismiyle de, özüyle de lekelenmiş ve kirletilmiştir.
Kesinlikle bilmeliyiz ki “İhlâs” yaşanması zarûrî olan bir hayat tarzıdır. Temizliktir, saflıktır, şirkten, küfürden, nifak ve şekten arınmaktır. Hatta riyadan, kibirden, gururdan, enaniyetten uzak durmanın adıdır.
İhlâs; yüreğin maddeye galebe çalması, İslâm’ın çıkarlarını şahsî beklentilerimizin üstünde tutma seviyesidir.
İhlâs; Allâh rızası için kendini feda etmek benliğinden vazgeçmek, fani olanı bakî olanla takas etmek, Suheyb-i Rûmî (Radıyallâhu Anh)ın yaptığı gibi… Hicret yolunda dökülmemek için tüm mal varlığına bir çırpıda çizgi çekebilmektir.
Yoksa Ashab-ı Kehf’ten bize kadar uzanan çizginin adı Ashab-ı Keyf mi oldu. Ashabı-ı Kehf’ten bize kalan biricik miras sadece “uyku” mu olmalıydı?
Parmaklarımızın ucunda binlerce kez deveran eden tesbihten sonra hâlâ gaflet, hâlâ kasvet, hâlâ ölesiye dünyalık savaşı devam ediyorsa, “Nerede yanlış yapıyoruz?” diye kendimizi sorgulamamız gerekmiyor mu?
Başkalarında görünce tekfir, kendimizde olunca te’vil ettiğimiz hatalarımızı yorumlamadaki çifte standardımız ne zamana kadar sürüp gidecek?!
Gayemiz hiç kimseyi ihlas sorgulamasına ve testine tabi tutmak değildir. Ancak şunu kesin bilmemiz gerekir ki; “Hakîki bir İslâmî hayat ihlâssız olmayacağı gibi onsuz bir İslâm da bizi nereye taşır?” sorusunu hep hatırda tutmamız gerekmektedir.
Selâm ve dua ile…