Nakşibendî tarikatının büyüklerinden, Hâce Bahâeddin Nakşibendî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin irşâd ettiği birçok kıymetli zevât mevcuttur. Bu zatlar, Allâh-u Te’âlâ’ya vâsıl olmanın feyz ve bereketine nail olup, Evliyaullâh’tan bahsedilen kitaplarda yerlerini almışlardır. Bu zatların isimleri, hayatları ve sözleri, tasavvuf yolculuğuna çıkan dervişler için, asırlardır bir nurlu rehber vazifesi görmektedir.
Aynı feyz çeşmesinden beslenen bu zatlardan ismi Seyfeddin olup, farklı menkıbeler ile anlatılan, Hâce Bahâeddin Nakşibendî (Kuddise Sirruhû)nun zaviyesinden geçen 4 tane şahsiyet vardır.
Mahbûb Seyfeddin
Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî’nin yetiştirdiği büyük velîlerden. Taşkend ile Semerkand arasında bulunan Ferket kasabasına bağlı Menâr köyünde doğdu. Orada yetişti. Oraya nisbetle Menârî denilmiştir.
Seyfeddîn Menârî, Behâeddîn-i Buhârî’nin yüksek talebelerindendir. Şâh-ı Nakşibend bu yüksek talebesine husûsî ihtimâm ve sevgi gösterirdi. O da, Şâh-ı Nakşibend vefât edinceye kadar sohbet ve hizmetinden ayrılmadı. Şâh-ı Nakşibend hazretleri, vefâtına yakın bu kıymetli talebesine, kendisinin vefâtından sonra Alâüddîn-i Attâr’a bağlanmasını, onun hizmet ve himmet kanatları altında bulunmasını işâret etti. O da hocasının vefâtından sonra, Hâce Alâüddîn’in hizmetine girdi.
Makbûl Seyfeddin
Seyfeddin Hoşhan-ı Buhâri bir gün ticaret maksadıyla Buhâra’dan Harizm’e gider. Orada Hâce Alâeddin Hazretlerinin sohbetlerine katılır. Onun yüce meclislerinden kemâl derecesinde feyizlendikten sonra Buhâra’ya döner ve Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin müridi olma şerefine nâil olur. İşte böylece müridliğe kabul edilme saadeti ile makbul olur. Tarikat adâbını öğrendikten sonra büyük bir gayretle çalışıp çabalar. Gaflet ehlinden eski dostlarıyla ülfeti keser, hakikati elde etmek için himmet kemerini kuşanarak tam bir azimle Hâcegân yolunda ilerler.
Makhûr Seyfeddin
Şâh-ı Nakşibend’in kahrına uğrayan Seyfeddîn ise, Seyfeddîn Bâlâhâne idi. Bu Seyfeddîn ile Muhammed Pârisâ’nın amcası Hüsâmeddîn Yûsuf Seyfeddîn Hoşkan, gece-gündüz berâber sohbet edip, birbirinden ayrılmazdı. Seyfeddîn Hoşkan, Şâh-ı Nakşibend’in yoluna girince, birgün onun evinde toplandılar. Şâh-ı Nakşibend’in yüksekliği, kemâli üzerinde konuştular. Seyfeddîn Hoşkan, arkadaşlarına, Şâh-ı Nakşibend’in hazretlerinin büyüklüğünü ve yolunun büyük saâdete ermeleri için vesile olacağını anlattı.
Seyfeddîn Bâlâhâne de şöyle anlattı: “Bir gün Şâh-ı Nakşibend hazretlerine rastladım. Üzerlerinde yeni bir hırka vardı. Gönlüm o güzel hırkaya meyletti. Kalbimden o hırkayı bana verse diye geçirdim. İçimden geçeni keşfedip, o hırkayı bana verdi. O zâtın evliyâlık yolunda kemâl derecede olduğuna ben de şâhidim. Lütfedip bana vâsıta olun beni Şâh-ı Nakşibend’in sohbetine eriştirin. ” dedi. Bunun üzerine, berâberce Şâh-ı Nakşibend’in huzûruna gittiler. Kabûl edilmesi için yalvardılar. Şâh-ı Nakşibend, bu yalvarmaları üzerine onu kabûl etti.Bir müddet sonra, Seyfeddîn Bâlâhâne, Şâh-ı Nakşibend ve birkaç talebesi ile berâber Buhârâ sokaklarından gidiyordu. Birden karşılarına yüksek tanınan, fakat Şâh-ı Nakşibend’in üstünlüğünü inkâr eden biri çıktı. Şâh-ı Nakşibend, yükseklikleri ve yaratılışları îcâbı o kimseyi gâyet nâzik ve güleryüzle karşıladı. İltifât etti. Hattâ birkaç adım da yanında yürüyerek uğurladı. Fakat Seyfeddîn Bâlâhâne, Şâh-ı Nakşibend geri döndüğü hâlde, birkaç adım uğurlama ile kalmayıp, o bid’at sâhibi kimseyi tâkib etti. Şâh-ı Nakşibend, bu edebe uymayan işten dolayı çok müteessir oldu. Seyfeddîn Bâlâhâne geri dönünce: “O kimseyi uğurlamakta mübâlağa gösterdin. Bu hatâ yüzünden kendini rüzgâra verdin. Belki Buhârâ’yı da harâb ettin!” buyurdu. Şâh-ı Nakşibend’in bu üzüntüsünden, Seyfeddîn Bâlâhâne o gün öldü.
Merdûd Seyfeddin
Diğer Seyfeddîn ise; başlangıçta, Şâh-ı Nakşibend hazretlerini severdi. Ticâretle uğraşır, bütün zamânını para kazanmaya sarf ederdi. Bu sebeple kendisinde cimrilik alâmetleri baş göstermişti. Bir gün Şâh-ı Nakşibend hazretlerini, talebeleri ile berâber evine yemeğe dâvet etti. Şâh-ı Nakşibend hazretleri dâimâ yemeğin sonunda tatlı veya meyve yerlerdi. Meyvesiz veya tatlısız ziyâfetlere ise, latîfe ederek; “Bu ziyâfetin demi yok” derdi. O günde yemek yenilip, yemeğin sonunda tatlı veya meyve gelmeyince; Seyfeddîn’e latîfe yollu, “Verdiğin yemek demsiz oldu. ” buyurdu. Bu söz Seyfeddîn’e çok ağır geldi. Kalbinde Şâh-ı Nakşibend hazretlerine karşı bir soğukluk meydana geldi. Bu hâl, Şâh-ı Nakşibend hazretlerine de mâlûm olunca, üzüldü ve hep parayı hesâb eden bu Seyfeddîn’e; “Nasıl, on iki bin altın sermâyen olsa yeter mi?” buyurdu. Meğer, Seyfeddîn’in bütün maksadı, on iki bin altın sermâye sâhibi olmak imiş. Bundan sonra Seyfeddîn de dünyâ menfaatleri hırsına düşüp, sohbetlere gelmez oldu.
Bir gün bu Seyfeddîn’i bir kervan ile giderken, konakladıkları çimenlik ve yeşillik üzerinde yuvarlanırken görmüşler. Dünyâ malına düşkün olmak hâli onu o kadar kaplamış ki, hem yuvarlanıyor, hem de; “Ne güzel şey, Şeyhi olmamak!” diye bağırıyormuş. Hâce Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri: “Bu Seyfeddîn ne nasîbsiz kimseymiş. Hâce Behâüddîn gibi bir zâtın sohbetlerinden ayrılıyor da, bundan zevk alıyor. Böylelerine yazıklar olsun!” buyurdu.
Not. Mevlânâ Ali b. Hüseyin es-Sâfî, Reşahât Ayne’l-Hayât‘tan derlenmiştir.