Allâh (Celle Celâluhû) nun hoşnutluğunu kazanma niyetiyle harcama yapma şeklinde ıstılahlaşmış olan infâk kelimesi lügatte; ‘’bitirmek, yok etmek, yoksul düşmek’’ gibi anlamlara gelmektedir. Istılahî anlamı dikkate alındığında ise daha çok, malı ve parayı elden çıkarmayı, ihtiyaç sahiplerine aynî ve nakdî yardımda bulunmayı ifade etmede kullanılmaktadır.
Günümüzde mü’minlerin dahi büyük ölçüde göz ardı ettikleri infâk hasleti, Kur’ân-ı Kerîm’de, samimi mü’minlerin özellikleri zikredilirken iman ve namazın ardından üçüncü sırada zikredilmiş olan bir haslettir: ‘’O (takvâ sahibi) kimseler ki; (duyularla hissedilemeyen, akılla da varlığı bilinemeyen, ancak peygamberlerin bildirmesiyle anlaşılabilen) gayb(î iman esasların)a iman etmektedirler, o (farz) namaz(lar)ı hakkıyla kılmaktadırlar ve kendilerine rızık olarak vermiş olduğumuz (mal ve yiyecek gibi) şeylerden (zekât ve fitre gibi malda bulunan hakları yerine getirmek için) infakta bulunmaktadırlar(, karşılık beklentisi taşımaksızın Allâh yolunda bağış yapmaktadırlar).’’ (Bakara Sûresi: 3)
Özellikle hicreti müteakip tesis edilmiş olan muâhât (Muhâcir ve Ensâr arasındaki kardeşlik anlaşması) ile toplumun sosyal düzeninin temelini oluşturan infâk anlayışı, ilerleyen asırlarda diğer İslâmî hassasiyetler gibi zayıflamış, İslâm birliğinin parçalanmasıyla birlikte, belli başlı zümreler haricinde bırakın yaşatılmayı pek de bahsedilmeyen bir haslet hâline gelmiştir. Müslümanların idarî ve siyasî yönden nüfûzunu kaybetmesi sonucunda devreye giren beşerî sistemler, varlık ve mülk bilincini tamamen maddeci bir anlayışla ele aldıklarından, servetin mutlu bir azınlığın elinde toplanmasına ve bu suretle dünyanın büyük bir kısmının yoksulluk ve açlık sınırına dayanmasına sebep olmuşlardır.
Serveti ele geçirip kullanmak suretiyle kendileri dışında kalan insanların hakkını gasp ederek onlar üzerinde iktidar iddia edenlerin durumu, âyet-i kerîmede ‘’kenz eden’’ kimseler şeklinde, yerilenlerin son noktasını oluşturmaktadır. ‘’Ey iman etmiş olan kimseler! Gerçekten hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını elbette (rüşvet karşılığı fetvâ değiştirmek gibi) bâtıl (yollar) ile yemektedirler ve (kendilerine uyan câhilleri) Allâh’ın yolundan engellemektedirler. O kimseler ki, altını ve gümüşü biriktirirler de onları Allâh yolunda (zekât vererek) harcamazlar; işte sen onları çok acı verici pek büyük bir azapla müjdele!
(Allâh yolunda harcanmayan malların) üzerlerinin cehennem ateşinde iyice kızdırılacağı ve onlarla (zekât vermeyenlerin, fakir gördüklerinde bozulan suratlarının) alınları, (muhtaçların ısrarlı istemesine karşı dönen) yanları ve (aşırı talep karşısında çevirdikleri) sırtları dağlanacağı gün (onlara denilecektir ki): “İşte bu, kendi nefisleriniz için saklamış olduklarınızdır! Haydi, yığmakta bulunmuş olduklarınızı(n başınıza açtığı acıklı azâbı) tadın (bakalım)!”[1]
Beşerî Sistemlerin İnsanlığa Armağanı: Yoksulluk ve Açlık
Servet yönüyle kalburüstü konumda bulunan belli başlı ailelerin yürüttüğü ticaret ve finans sektörlerinin pazarı olmak dışında başka bir konumu bulunmayan memleketlerdeki sefalet, günden güne artarak devam etmektedir. Bu durum sosyo-ekonomik bir sorunu haykırmaktan ziyade hakikatte beşeri sistemlerin istisnasız tamamının iflasının göstergesi olmaktadır. Ne Komünist-Sosyalist rejimler çare olabilmiştir insanların derdine, ne de bunun karşısına dikilip çeyrek asırdır dünyayı kasıp kavurmakta olan kapitalist rejim. Kullarını, kendilerinden daha iyi tanıyan Allah Azze ve Celle’nin insanlara saadet-i dareyni işaret buyurduğu sisteme dönülmeden bu dünyanın huzura ve refaha kavuşabileceğini düşünmek nafile bir beklenti, boş bir umuttan başka bir şey olmamaktadır.
Yeni bir düzen, yeni bir medeniyet iddiasıyla esasında dünyaya kendi anlayış ve inanış dünyaları doğrultusunda yön vermek isteyenler, bu uğurda iki ayrı cihan harbi çıkartarak coğrafyaları tarumar etmekten, milyonlarca insanın ölümüne sebep olmaktan ve ondan kat be kat fazla insanı maddi ve manevi anlamda perişan etmekten çekinmemişlerdir. Kurdukları yeni düzenin niceliği, fakirliğin de ötesinde, açlık sınırıyla burun buruna bulunan ülkelerin yaşadığı dramdan açıkça ortaya çıkmaktadır.
Somali, Burundi, Liberya, Zimbabve, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Togo ve Sierra Leone gibi ülkeler dünyanın en fakir ülkeleri listelerinde ilk sıralarda yer alıp yoksulluk ve açlığın mahkûmu olarak değerlendirilirken, gelişmiş olarak bilinen ülkelerin merkezlerinden biraz ötelere, taşra bölgelerine gidildiğinde karşılaşılan durum, bundan pek de farklı değildir.
İtalya gibi daha geçtiğimiz aylarda orta büyüklükte bir depremle sarsılmış olan batı ülkesinin merkeze uzak yerleşim birimlerinde bile tezahür etmiş olan dram, yalancı medeniyetin maskesini düşürüp rezilliğini olanca çıplaklığıyla meydana seren en yakın örneklerden biri olmuştur.
Dünyanın süper gücü olarak görülen ve insanlardan birçoğunun rüyalarını süsleyen ABD’de istatistikler, her 8 kişiden birinin yetersiz beslendiğini, her 50 kişiden birininse aç olduğunu göstermektedir. Fakirlik sınırındaki nüfus ise 50 milyon civarlarında verilmektedir. ABD Ticaret Bakanlığı’na bağlı istatistik kurumu 2010 verilerine göre Amerikan halkının yarısı ya yoksulluk sınırında ya da altında yer almaktadır.
Federal İstatistik Dairesi’nin Almanya için yoksulluk değerlendirmesine dair verdiği rakamlar da oldukça dikkat çekicidir. Bu kurumun verilerine göre, AB’nin en gelişmiş devletlerinin başında gelen Almanya’da her 6 kişiden biri yoksulluk sınırıyla yüz yüze gelmiş durumdadır. AB ortalaması ise maetteessüf Almanya’nın kat be kat üzerindedir. Bugün dünyaya örnek olarak tanıtılan ve gelişmiş olarak takdim edilen ülkelerde durum hiç de zannedildiği gibi değildir. Bu içler acısı ahval, istatistikî verilerle de belgelenmiş vaziyettedir.
Refâhı ve felâhı beşerî sistemlere bağlamış olan insanlığın içerisinde bulunduğu cendereden işbu anlayışla çıkabilmesi mümkün görünmemektedir.
Sefaletin Asıl Sebebi İslâm Birliğinin Dağılmasıdır
İslâm birliğinin bozulması, bugün birçok problemimizin ve bunlara bağlı maruz kalmış olduğumuz dramın altında yatan asıl sebeptir. Bu hususla ilgili olarak Enfâl Sûresi’nin 73. âyet-i kerimesinde şöyle buyrulmaktadır:
‘’Ama o kimseler ki kâfir olmuşturlar, (yardımlaşmada ve verâset intikâlinde) onların bazısı diğer bir kısmın dostlarıdırlar. Eğer siz (kâfirlerle aranızdaki yakınlık bağlarını hiçe saymazsanız ve İslâm nispetini her şeyden üstün tutarak Müslümanların kaynaşmasıyla ilgili Allâh-u Te’âlâ’nın) o (buyruğu)nu yapmazsanız, yer(yüzün)de (İslâm’ın zafiyeti ve kâfirliğin yükselmesi gibi) büyük bir fitne ve (Müslüman kanlarının oluk gibi akmasıyla sonuçlanacak) pek büyük bir (bozgun ve) fesat meydana gelecektir.’’
Dünyanın bu durumda oluşunun hakikati daha pek çok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifte ifade buyrulmuştur. Nitekim onlardan birinin hitâbı şöyledir:
‘’İnsanların (bizzat) ellerinin kazanmış olduğu (kötü) şeyler(in uğursuzluğu) sebebiyle karada ve denizde fesat (ve bozgunlar) belirmiştir. Tâ ki O (Allâh-u Te`âlâ), (kulların) yapmış oldukları (kötü) şeylerin (tümünün cezasını âhirette vermeden önce) bir kısmını(n vebâlini dünyada) onlara tattırsın diye! (Böylece) ola ki onlar (günahlardan) dönerler!’’ (er-Rûm Sûresi: 41)
Dünyayı fesâda verenlerin insanlar olduğunu beyan eden âyet-i kerimenin daha net anlaşılması hususunda tefsirlerde geçen rivâyet ve dirâyet yönünden tahlil, şöylece özetlenmiştir:
‘’İbni Abbâs (Radıyallâhu anhümâ)nın beyânına göre; yeryüzü cennet gibi yemyeşil bir haldeyken, ağaçlar sürekli meyveli, denizin suyu tatlı, aslan sığıra, kurt da kuzuya saldırmazken, Kabil’in Hâbil’i öldürmesiyle, toprak kurudu, ağaçlar dikenlendi, denizlerin suyu tuzlandı ve hayvanlar birbirine saldırmaya başladı. Rivayete göre; karada işlenen ilk masiyet, Âdem (Aleyhisselâm)ın oğlunun, kardeşini öldürmesiyle meydana gelmiş, denizde işlenen ilk isyan ise; Ummân krallarından Cülündâ isimli zorba hükümdârın, gemileri gasbetmesiyle gerçekleşmiştir. (Âlûsî) İşte, kıtlıklar, toplu ölümler, yangınlar, kasırgalar, seller, depremler, denizlerin ve derelerin kirliliği, hava kirliliği ve ticâret dâhil her konuda bereketsizlikler şeklinde açığa çıkan türlü türlü düzen bozukluklarının hepsinin, insanoğlunun günahları yüzünden meydana geldiğini bu âyet-i kerîme ile anlamış bulunuyoruz.’’[2]
Servetin Asıl Sahibi Mâlikü’l-Mülk Olan Allah Te’âlâ’dır
İslâmîyete göre insanların sahip olduğu her şeyin sahibi hakikatte Mâlikü’l-Mülk olan Allah Te‘âlâ’dır. Bu hakikati ifade sadedinde Âli İmran Sûresi 26. âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır:
‘’(Habîbim! Mâdem ki ümmetinin Allâh yolunda cihâdı ilerletip İslâm’ı dünyaya hâkim kılarak Acem ve Rum hükümdârlıklarının saltanatlarına sahip olmasını istiyorsun, öyleyse bana dua ederken) de ki: “Ey mülkün Mâliki olan Allâh! (Saltanat ve) mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de mülkü çekip alırsın! Dilediğini (dünyada yahut âhirette veya her ikisinde de yardım ve tevfîkıne mazhar kılarak) aziz (ve değerli) edersin, dilediğini de (iki cihanda rezîl ü rüsvay ederek) zelil (ve alçak) edersin! Bütün hayırlar (ve şerler) ancak Senin (kudret) elindedir (ki, onun mâhiyeti kullarca malum değildir). Şüphesiz ki Sen (güçlü veya âciz kılma, yüceltme ya da alçaltma dâhil) her şeye (hakkıyla gücü yeten bir) Kadîr’sin!’’[3]
Mülkün hakiki sahibi olan Allah Azze ve Celle, servet üzerinde ne şekilde tasarrufta bulunulacağını ve onun hangi şartlarda ve nerelere sevk edileceğini de bildirmiştir. Kur‘ân-ı Kerîm’de infaka dikkat çeken âyet-i kerîmelerde kimi zaman vücûb niteliği taşıyan infaktan, kimi zamansa mendub olan infaktan bahsedilmiştir. Bu hükümleri büyük müfessir Fahreddin- er-Râzî (Rahimehullâh) Tefsîrü’l-Kebîr Mefâtihi’l-Ğayb adlı tefsirinde şöyle özetlemektedir: ‘’Farz olan infak zekâtle, kişinin kendisinin ve ailesinin geçimini sağlamak üzere yaptığı harcamalar ve ülkeni savunmasına katkılardır. Mendup olan infak ise, bunların dışında kalan harcamalardır.’’[4]
Hal Çaresi İslâm’a Dönmek ve İnfak Toplumunu İnşa Etmektir
Beşerî sistemlerin, istisnasız tamamının iflasını asırlardır seyreden insanoğlu artık hakiki kurtuluşun; ilâhî nizâma uygun bir hayat ve yönetim biçimiyle, mülke, hakiki sahibi olan Allah Te‘âlâ’nın buyurduğu şekliyle tasarruf edilmesiyle mümkün olabileceğinin farkına varmalıdır. Toplumun huzur ve refâhı için başta sahih bir akîde, sosyo-ekonomik problemlerin çözümü için İslâmî mülkiyet bilinci ve serveti bu bilinç doğrultusunda kullanıp sarf etmekten başka bir yol bulunamayacağı anlaşılmalıdır.
Dipnotlar
[1] Nakletmiş olduğumuz Tevbe Sûresi’nin 34 ve 35 âyet-i kerîmelerinde zemmedilen “Malları yığma ve Allâh yolunda harcamama” vasfı, zekâtı verilmeyen mallar hakkındadır. Yoksa mutlak manada malı-mülkü cem edip muhâfaza etme anlamında değildir. Nitekim hadîs-i şerîfte: “Zekâtı verilen herhangi bir mal yerin altında gömülü olsa da kenz değildir. Zekâtı verilmeyen herhangi bir mal ise açıkta da olsa kenzdir!” (Beyhakî, es-Sünenü’lkübrâ, Zekât: 2, No: 7233, 4/140) buyurulmuştur. Abdurrahman ibni Avf ve Talha (Radıyallâhu anhümâ) gibi sahâbe-i kirâmdan bazı zâtlar mal biriktirirler ve ticaret yaparlardı, kimse de onları bu hususta tenkit etmezdi. Zira mal yığmaktan uzak durmak en fazîletli olanı tercih etmek ise de, mal biriktirmek de mübah olduğundan, bir kınanmayı hakettirmez. (Nesefî) Nitekim bu âyet-i kerîme nâzil olduğunda Müslümanlara çok ağır gelmiş, bunun üzerine Ömer (Radıyallâhu anh): “Ben sizden bu sıkıntıyı açayım!” demiş, sonra durumu Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e arz edince o: “Allâh-u Te`âlâ zekâtı ancak kalan mallarınızı temizlemek için farz kıldı!” buyurmuştur.(Ebû Dâvûd, Zekât: 32, No: 1664, 1/522)
[2] Kur‘ân-ı Mecîd ve Tefsirli Meâl-i Âlîsi, er-Rûm Sûresi, 41. Âyet-i kerîme tefsirinden nakledilmiştir.
[3] Bu hakikat ayrıca; Mu‘minûn Sûresi 116. Âyet-i kerimesinde: ‘’İşte O (her şeyin mülkiyet ve hükümranlığı kayıtsız şartsız sadece Kendisine âit) Melik ve (saltanatı asla yok olmayacak şekilde sabit ve) Hak olan Allâh(ın işleri, hikmetsiz ve faydasız olmaktan) dâima pek yüce olmuştur! O’ndan başka hiçbir ilâh yok tur! Pek değerli olan o Arş’ın Rabbidir!’’ şeklinde ve Kamer Sûresinin 55. Âyet-i kerimesinde: ‘’Hoşnut olunan bir makamda/(dünya meclis leri gibi zevk u sefâları geçici boş şeyler olmayıp, her şeyi) doğruluğun ta kendisi olan bir mekânda/; pek büyük bir (mülke ve eşsiz bir kudrete sahip olan O) Melîk-i Muktedir’in katında!’’ farklı bağlamlarda açıkça deklare edilmektedir.
[4] Fahreddin er-Râzî, Tefsîrü’l-Kebîr Mefâtîhü’l-Ğayb, c. 2, s. 20-29.