Yetmiş bin evliyanın serdarı, gönüller avcısı, Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın tecdîd merkezi, fârukî haşmet sahibi İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, 1. cildin 38. mektubunun sonlarında, inkâr edilemez hakikatleri herkesin anlayabileceği irşâd diliyle şu şekilde anlatıyor:
“İnsan için olmazsa olmaz olan ve kendisi ile sorumlu tutulduğu iş; yaratanın emirlerine yapışması ve yasakladığı şeylerden kaçınmasıdır. «Resûl-i Zîşân (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) size neyi verdi ise onu alın, neyi de yasakladı ise ondan kaçının. Allah Te‘âlâ’ya karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah Te‘âlâ’nın azabı çetindir.»”[1]
“İnsan, ihlâsla [yaptığı bütün işleri Allah’a (Celle celâluhû) beğendirmek için yapmakla] memur olduğundan, ihlâsa erişebilmek de ancak fenâfillâh ve zâtî sevgi (Allah Te‘âlâ’yı zâtından dolayı sevmek) ile mümkün olacağından, fenâfillâh mukaddimelerini; ona götüren güzel huyları kazanmak gerekir. Bu mukaddimeler, makâmât-ı aşere diye isimlendirilir.”
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin dikkatlerimize sunduğu makâmât-ı aşere şunlardır:
Tevbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet, mülâzemetü’z-zikr, et-Teveccüh ilâllâh, sabr, murakabe ve rıza.
Allah Te‘âlâ’dan Başka Murâd ve Matlûb Yoktur!
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, 3. cildin 27. mektubunda, bizleri kulluğa dair şu açıklamalarıyla şereflendirir:
“Kula yakışan odur ki, Azîz ve Celîl Mevlâsından başka bir murâdı ve matlûbu olmaya; onun murâdından başka bir murâdı dahi asla kalmaya!
Anlatıldığı gibi olmadığı takdirde, başını (kendisini) kulluk bağından sıyırmış, ayağını dahi kulluk kaydından çıkarmış, kulluk alanının dışına çıkarmış olur. Kul, nefsinin isteklerinin esir olur da onun heva ve hevesine aldanır ise, nefsinin kölesi hâline gelir ve melun şeytanın boyunduruğu altına girip onun itaatinde kalır.
Azîz ve Celîl Zât’tan gayrı bir murâd ve matlûbun olmaması, onun murâdından gayrı bir murâdın bulunmayışı hâlinin bir devlet olup hâsıl olması, velâyet-i hassânın husulüne kalmıştır. Velâyet-i hassâya ulaşmak ise, pek tamam ve mükemmel olarak husule gelecek fenaya ve ekmel manada ulaşılacak bekaya bağlıdır.”
Kulluk Niyeti ve Samimiyet
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, Kılınç Han’ın oğlu Kılıcullâh’a yazmış olduğu, 1. cilt, 73. mektup olarak kayıtlı bulunan mektubunda, yapılması gereken temel vazifelerin yanı sıra sakınılması gereken bazı davranışları zikrederken, kulluğun önemine dair şu nasihatlerde bulunmuştur:
“Kıymetli oğlum! Esas mesele, mubahların fazlasından sakınmak ve onları lüzumu kadar kullanmaktır. Bunları da, kulluk vazifelerini ifa edebilmek için kuvvet ve Allah Te‘âlâ’ya kulluk konusunda tam bir kararlılık ve sebat kazanmak niyetiyle yapmak lazımdır. Meselâ, yemek yerken, Allah Te‘âlâ’ya itaat ve ibadet edebilmek için güç ve kuvvet kazanmaya niyet edilmelidir. Giyinirken; dinin, avret yerlerini örtmeye dair emrini yerine getirmeye ve soğuktan-sıcaktan korunma zaruretine niyet edilmelidir. Diğer zarurî mubahlar da gayelerine uygun niyetlerle yerine getirilmelidir.
Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye büyükleri, daima azîmetle ameli tercih etmiş ve ruhsatlardan mümkün mertebe kaçınmayı esas almışlardır. (Yaşayışta) azîmet olan; mubahları, zaruret miktarınca kullanmaktır. Bu hassasiyeti kazanabilmek mümkün olmazsa, mubahlar dairesinden dışarı çıkmamalı, haram ve şüphelilerin bulunduğu alana taşmaktan kaçınılmalıdır.”
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri aynı mektubun devamında, nasihatlerini insanın asıl yaratılış gayesini beyan ile şöyle sürdürmüştür:
“Ey oğul! Tüm mevcudatın hulâsası olan insanın yaratılmasından maksat, oyun ve eğlence değildir. Yemek-içmek ve uyumak da değildir. Bilâkis yaratılıştaki amaç, insanın kulluk vazifelerinin yerine getirmesi; zül,[2] acziyet ve iftikâr[3] ile birlikte, Allah Subhânehû Te‘âlâ ve Tekaddes Hazretlerine daimî bir iltica ve boyun eğme durumuna ulaşmasıdır.”
Mevlâ Te‘âlâ bizleri, büyüklerin nasihatlerine kulak verip söz dinleyen ve o derslerin icaplarını yapan, şuurlu kullardan eylesin!
Dipnotlar
[1] Haşr Sûresi: 7
[2] Zül, zillet: Ebedî izzet için geçici izzete katlanmak.
[3] İftikâr: Sâlkin hiçbir şeye sahip olmadığının bilincinde olması. Her şeyin gerçek sahibinin Allah Te‘âlâ olduğunu bilmesi. Başka bir ifade ile sâlikin kendisini her daim Allah Te‘âlâ’ya muhtaç bilmesi.