17 Aralık Miladi tarihinin hatırlattığı önemli günlerden birisi de, büyük sûfî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin vefatıdır. Vefâtının sene-i devriyesine daha önceki senelerde tekabül etmiş olan günlerde site içeriğimizde terceme-i hâline dair makaleler yayımlanmış bulunduğundan[1] biz bu makalemizde, Mevlânâ (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin tarikatı olan Mevlevî tarikatını konu edinmek istiyoruz.
Tarikatlar kurucularına nispetle anılsalar da, onların başlangıcı, nispet edildikleri zâtlara değil, o zâtların kesintisiz olarak bağlı bulundukları kesintisiz bir silsile ile Hazreti Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)’e kadar uzanır. Mevleviyye de Hazreti Mevlânâ (Kuddise Sirruhû) Hazretlerine nispetle anılan fakat silsilesi, Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh) yoluyla iki ayrı koldan Hazreti Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)’e dayanan bir tarikattır.[2]
Mevlânâ (Kuddise Sirruhû) Hazretleri gerek babası Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddin Veled gerekse de onun halifesi Muhakkık-ı Tirmizî’nin (Kuddise Sirruhumâ) elinde seyr-i sülûkunu tamamlamışsa da, içindeki ilim sevdası hiç bitmemiştir; ve Hanefî-Mâtürîdî çizgi üzerine ciddi bir ilim tahsilinde bulunduktan sonra bu alanda, senelerce talebe okutmuştur.
Bugün Hazreti Mevlânâ (Kuddise Sirruhû) hakkında konuşan ya da yazıp çizen kimseler bu ilmî yönüne fazla vurgu yapmamaktalar. Bu yönünün biraz daha ön plana çıkartılması, doğru bir Hazreti Mevlânâ (Kuddise Sirruhû) kimliğini sunma bakımından isabetli olacaktır.
Özellikle günümüzde Mevlânâ Hazretleri ve İbnu Arabî Hazretleri (Kuddise Sirruhumâ) üzerinden felsefik bir tasavvuf söyleminde bulunan ve bunu adeta fıkıhsız, şeriatten tamamen kopuk bir dünya görüşüne dönüştürerek batı menşeli ‘hümanizm’in bir türü gibi sunmak isteyenler, bunu yapabilmek için bu iki büyük imâmın ilmî yönünü perdelemektedirler. Bu sebeple bizler, gerek onları ve yollarını muhafaza adına, gerekse de ‘tarikat’ mefhumunu muhafaza adına hakkı ifade etmede, insanların en özenlileri olmak durumundayız.
Mevleviyye’nin Özü
Mevleviyye’nin özü, ne bugün aktarıldığı gibidir, ne de birtakım gösteri ve merasimlere malzeme edinildiği gibidir. Mevlânâ (Kuddise Sirruhû) Hazretlerini ve Mesnevîsini anlamak, her şeyden evvel Kur’ân-ı Kerîm’i ve Sünnet-i Seniyye’yi anlamakla mümkün olacaktır. Kur’ân ve Sünnetten kopartılmış bir Mevlânâ (Kuddise Sirruhû) kimliğinin ve Mesnevî okumasının herhangi bir fayda getirmeyeceği gibi, onların hakkını gasp etmek olacağı da açıktır.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin Mesnevîsinde ve Divân-ı Kebîrinde bazı beyitlerde yer alan ney, tambura gibi çalgı aletlerinin durumu da bu bağlamda tartışılmıştır. Bu iki eser, edebî eserler olduğundan pek çok söz sanatını ihtiva etmekte, bu anlamda birçok kelime, birer metafor (istiare-mecaz) anlamıyla yer almaktadır. Müddeilerin, Hazreti Mevlânâ (Kuddise Sirruhû) ve çalgı aletleriyle iştigal konusundaki iddialarını rivâyet usulümüze göre doğrulayabilecek herhangi bir bilgi mevcut değildir.
Mevlânâ Hazretlerinin (Kuddise Sirruhû) vefatının sene-i devriyesinde gerçekleştirilen Şeb-i Arûs merasimleri de ilim ve usûl noktasındaki bu hassasiyetler dikkate alınarak yeniden gözden geçirilmeli, şeriate aykırı birtakım hâl ve hareketlerin, vefâtını ‘vuslat ve düğün günü’ olarak telakkî eden Mevlânâ (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin maneviyâtını da rahatsız edeceğinin bilincinde olunmalıdır.
Tasavvufun tanınması ve geniş çevrelere yayılması konusunda hizmetleri tâbir edilemeyecek kadar büyük ve mühim olan bu büyük Sûfî İmâmını rahmet ve minnetle yâd ediyor, eserlerinden ziyadesiyle müstefid olabilmeyi temennî ediyoruz.
Dipnotlar
[1] Sitemizdeki Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (Kuddise Sirruhû) arşivi için:
Hal Tercemesi için tıklayınızVefâtının Sene-i devriyesi ile ilgili yazımızı okumak için tıklayınız
[2] Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (Kuddise Sirruhû) Hazretleri Şems-î Tebrîzî’ye intisabından önce de tarikat mensubu bir sûfi idi; fakat ona intisap ettikten sonra, bu yol üzere seyr-i sülük etti ve tarikat olarak kendisine bu yolu seçip, insanları irşâda bu yol üzere davet etti.
Bu silsile bizim (Nakşibendî) silsilesi ile (3. koldan) Ebû’l-Kâsım Gurgânî (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinde birleşerek Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh) üzerinden Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)’e uzanır.