Tarikat-ı Nakşibendiyye-i Aliyye’nin (Kaddesallâhu Esrârahum) yirminci altın halkası, müttakîlerin umdesi, mürşidlerin mesnedi ve evliyânın özü olan Mevlânâ Muhammed Zâhid (Kuddise Sirruhû) Hazretleridir. Doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. Semerkant’ta yaşamıştır.
Mevlânâ Muhammed Zâhid (Kuddise Sirruhû) asrının en büyük âlimlerindendi. Takvası, zühdü ve sünnete ittibasıyla, Sufiyye makamlarında çok mümtaz bir yere erişti. Hâce Ubeydullah Ahrâr (Kuddise Sirruhû) Hazretleri ile karşılaşmadan önce yıllarca meşakkatli riyazetlerle meşgul oldu. Manevî bir teveccühle birlikte Mevlânâ Ubeydullah Ahrâr (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinden inabe aldı ve şeyhinin icazetiyle Nakşibendiyye yolunu (aynı zamanda yeğeni olan) Mevlânâ Derviş Muhammed (Kuddise Sirruhû) Hazretlerine ulaştırdı.[1]
Dedesi (annesinin babası) Mevlânâ Yakub Çerhî (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin halifelerinden çok istifade etmiş olsa da seyr-i sülûkünün itmamı, Hâce Ahrâr (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinden oldu.[2]
Mevlânâ Muhammed Zâhid (Kuddise Sirruhû) şöyle buyurmuştur: “885 yılında Hâce Hazretlerinin (Kuddise Sirruhû) hizmetine ulaşıp on iki yıl kadar yüksek hizmetlerinde bulundum. Bundan dolayı Allah’a hamd ederim.”[3]
Hâce Ahrâr (Kuddise Sirruhû) ile Karşılaşması
Reşahât[4] sahibi şöyle anlatır: Muhammed Zâhid (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin Hâce Ahrâr (Kuddise Sirruhû) Hazretleri ile ilk kez karşılaşmasına sebep olan olay, Silsiletü’l-Ârifîn’[5] de yazılıdır. Ayrıca biz bu olayı Hâce Ahrâr (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinden de dinlemiştik. Muhammed Zâhid (Kuddise Sirruhû) şöyle anlatmıştır:
Nimetullah adlı Kirman’lı[6] bir ilim talebesi ile birlikte Herat’a[7] gitmek için Semerkant’tan yola çıktık. Şâdmân Köyü’ne geldiğimizde hava sıcak olduğu için burada bekledik. İkindi vaktinde Hâce Ahrâr (Kuddise Sirruhû) Hazretleri çıkageldi. Hizmetlerine vardığımda bana şöyle buyurdu: “Hangi vilayettensin?” Ben de: “Semerkant’tanım” dedim. Sonra konuşmaya başladı. Aklımdakilerin hepsini keşfederek izhar etti. Bunlardan birisi de bu fakiri sarhoş edip seyahatine sebep olan şeydi ki onu da keşfetti. Bir anda gönlüm Hâce (Kuddise Sirruhû)Hazretlerine aktı.
Birlikteyken bana şöyle buyurdu: “Eğer maksat ilim talep etmek ise bu kolaydır.” O anda anladım ki bu fakirin hatırına gelen hiçbir şey yoktur ki Hâce (Kuddise Sirruhû) Hazretleri ona keşif yoluyla muttali olmuş olmasın. İnsanların içindekilerine çok iyi muttali olduğunu anladım. Bunu bilmeme rağmen Herat’a gitme isteğimde bir değişiklik olmadı. Karşı’ya[8] gitmek istediğimde bana engel oldu ve Buhara tarafına gitmemi tavsiye etti.
Sabahleyin izin istemeye vardığımda, birisi Hâce Ubeydullah (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin bir şeyler yazmakla meşgul olduğunu söyledi. Bir müddet bekledikten sonra Hâce (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin oturduğu yerden kalktığını gördüm. Bana doğru dönerek şöyle buyurdu: “Söyle bakalım! Herat’a dervişlik yapmaya mı yoksa ilim okumaya mı gidiyorsun?” Onun heybetinden korktuğum için bir şey diyemedim. Arkadaşım Mevlânâ Nimetullah: “Dervişliği galiptir, sadece ilim için gitmemektedir” dedi. Bunun üzerine Hâce (Kuddise Sirruhû) Hazretleri tebessüm ederek: “Eğer dediğin gibiyse iyidir!” buyurdu. Sonra Hâce (Kuddise Sirruhû) Hazretleri elimden tutup beni bağın tenha bir köşesine götürdü. Kimsenin göremeyeceği şekilde uzaklaştıktan sonra elime dokunmasıyla birlikte bende gaybet hali oluştu. Bir müddet kendimden geçmiş bir halde bulunduktan sonra kendime gelince bana: “Belki benim yazımı okuyamazsın!” buyurdu. Mübarek cebinden bir yazı daha çıkarıp bana okudu. Sonra onu bu fakire verdikten sonra saklamamı tembih etti.
Mektupta şöyle yazıyordu: “İbadetin hakikati hudû(boyun eğme), huşû, niyaz ve şikeste(üzgün kalp)liktir. Bu manalar Hak Teâlâ’nın büyüklüğü müşahede edildiğinde zahir olurlar. Saadetin oluşması sevgiye (muhabbete), sevginin oluşması da öncekilerin ve sonrakilerin Efendisine (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) tabi olmaya bağlıdır. Ona tabi olmak da nasıl tabi olacağını bilmeye bağlıdır. Öyleyse din ilimlerinin varisleri olan alimlere mülazemet etmek, onların eteğinden ayrılmamak gereklidir. Ancak, ilmi dünyevî geçim kaynağı ve şöhret vesilesi etmiş olan kimselerden uzak durmak gerekir. Raks ve semâ eden, her ne olursa olsun tereddütsüz alıp veren dervişlerle sohbet etmekten kaçınmak gerekir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’ın inanç esaslarına eksiklik getiren bilgileri dinlemekten kaçınmak gerekir. İlim tahsilini, Hazreti Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’e ittibaya bağlı olan hakîkî marifetleri elde etmek için yapmak gerekir. Vesselâm!”
Herat Yolculuğu
Bundan sonra Hâce (Kuddise Sirruhû) Hazretleri insanların yanına geldi. Bu fakire Herat’a gitmem için izin verdi ve bir Fâtihâ-i Şerîfe okudu. Ardından mutlu bir şekilde atına binerek oradan ayrıldı. Biz de işaretleri gereğince Herat’a gitmek için Buhara’ya doğru yola çıktık. Bir miktar yol aldıktan sonra arkamızdan koşarak bir kimse geldi ve bir mektup verdi. Hâce (Kuddise Sirruhû) Hazretleri bu mektubu Mevlânâ Sadüddîn Kâşgarî’nin oğlu Hâce Kelân’[9] a yazmış. Mektupta şöyle yazıyordu: “Mektubu ulaştıran kimseye göz kulak olunuz! Başıboş gezip, olur olmaz kimselerle bir araya gelmesine mani olunuz!”[10]
Mevlânâ Muhammed Zâhid (Kuddise Sirruhû) Hazretleri şöyle devam ediyor: Hâce Ubeydullah Ahrâr (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin son gönderdiği mektup bana öylesine tesir etmişti ki anlatamam! Sanki yaralı sîneme bir ok saplanmıştı. Bütün kalbimle o zat ile meşgul oldum. Kalbim Buhara’ya akıyordu. Son derece güçsüz kaldım. Her menzilde dönmeyi gerektiren vakalar meydana gelse de sefer arzusu hatırımdan bir türlü çıkmıyordu. Buhara’ya ulaşana dek altı kere binek değiştirmek zorunda kaldım. Her seferinde karşıma bir engel çıkıyor, bineğe binemeyip başka bir binek edinmek zorunda kalıyordum. Hâsıl-ı kelâm türlü türlü zorluk ve meşakkatlerle birlikte Buhara’ya ulaşmayı başardım. Oradayken bende şiddetli bir göz ağrısı peydah oldu. Bu nedenle birkaç gün orada beklemek zorunda kaldım. Sonrasında ne zaman sefere koyulmaya çalışsam her defasında bir engel çıktığı için vazgeçtim. Bilâhare humma hastalığına tutuldum. Bunun üzerine kendi kendime: “Eğer bir kere daha sefere çıkmayı kast edersen helak olup ölmen muhtemeldir” dedim. Bu olaydan sonra sefer fikrini tamamen aklımdan çıkardım, bir zaman sonra hastalığım da geçti.[11]
Taşkent’e Dönüş
Hâce Ahrâr (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin hizmetine dönmeye karar veren Mevlânâ Muhammed Zâhid (Kuddise Sirruhû) sonrasında yaşadıklarını şöyle anlatıyor: Taşkent’e[12] geldiğimde Şeyhzâde İlyas’ın yanına gitmeyi arzuladım. Onu da görüp batınen izin almak istedim. Hâce Ahrâr (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin sohbetlerinin cezbesine kapıldığımdan kararsız kaldım. Atımı ve kitap dolu heybemi tanıdık birisine emaneten bıraktım. Çarşıya geldiğimde şeyhin dervişlerinden birisiyle karşılaşıp onunla birlikte şeyhin evine gitmek istiyordum. Birisi ile karşılaştım, bana atımı ve eşyalarımı getirmemi söyledi. Almak için gittiğimde orada bulunan şahıs bana: “Senin atın ve kitapların kayboldu; bir grup onları aramaya çıktı,” dedi. Bir kenarda oturup düşünmeye başladım. O esnada kendi kendime: “Hâcegân (Kaddesallâhu Esrârahum) hazerâtı gayret sahibi kimselerdir. Sana bu kadar iltifat edip yönelmişlerken sen ise başkalarını ziyaret etme peşindesin. İyi ki sana da bir zarar dokunmadı” diyerek bu ziyaret işinden vazgeçme kararı aldım. Sonra ansızın bir ses işittim: “Atını ve kitaplarını buldular!” Bir de başımı kaldırıp baktım ki atım gelmiş. Tanıdığım kimse dedi ki: “Ne acayip bir iş! Senin atını bağlamıştım. Sonra baktım ki yerinde yok! Şaşırdım kaldım. Birisinin Taşkent pazarında bir şeyini kaybedip de bulması çok zordur. Çünkü pazar çok kalabalık olur. Daha garibi ise kaybettiğin şeyi eksiksiz, tam olarak bulamazsın!” Bu manayı müşahede ettikten sonra bu fakirde öyle bir hal oluştu ki, Şeyhzâde İlyas’a gitmeyi aklımdan tamamen çıkardım ve Semerkant’a gitmek üzere yola koyuldum. Varıp Hâce (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin sohbetleriyle müşerref olduğumda tebessüm ederek: “Hoş geldin!” buyurdu. Bu halinden benim başıma gelen olayların kendisine keşfen zahir olduğunu, belki yolculukta karşıma çıkan engellerin hepsinden haberdar olduğunu düşündüm.[13]
Hâce Ahrâr (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin ileri gelen bazı müridleri şöyle anlatmışlardır: Hâce Ubeydullah Ahrâr (Kuddise Sirruhû) Hazretleri Kemangirân Köyü’ndeydi. Çocukları, torunları ve ileri gelen bazı müridleri de yanındaydı. Orada şöyle buyurdu: “Bizim cemaatimizin her biri fakirlik veya zenginlikten birisini seçmiş olsalar gerektir.” Sonra Mevlânâ Muhammed Zâhid (Kuddise Sirruhû) Hazretlerine dönerek: “Evvelâ, sen hangisini seçersin? Söyle bakalım!” buyurdu. O da: “Benim seçimim sizin seçiminizdir!” buyurdu. Bunun üzerine Hâce Ahrâr (Kuddise Sirruhû) şöyle buyurdu: “Bizim tercihimiz fakirliktir.” Sonra vekillerinden birisine işaret ederek buyurdu ki: “Mevlânâ Muhammed’e (Kuddise Sirruhû) dört bin şâhruhî[14] ver! O fakirliği seçmiştir. O meblağı kendisinin ve yanında bulunan fakirlerin geçinmesi için sermaye yapsın!” Mevlânâ Muhammed Zâhid (Kuddise Sirruhû) Hazretleri Hâce (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin emrine imtisal ederek o parayı aldı ve bununla kendisinin ve arkadaşlarının geçimini sağladı.[15]
Mevlânâ Muhammed Zâhid (Kuddise Sirruhû) Hazretleri Sûfiyye’nin inceliklerini ve marifetlerini idrak etmekte, kuvvetli bir tabiat ve anlayışa sahipti. Hâce Ubeydullah (Kuddise Sirruhû) hakîkatlerden ve inceliklerden bahsetmek için müridân arasından onu seçerdi. Mevlânâ Muhammed Zâhid (Kuddise Sirruhû) buyurmuştur ki: “Hâce Hazretleri (Kuddise Sirruhû) bana şöyle buyurdu: ‘Bizden işittiğin bu inceliklerden dolayı çocukluk çağında annenden, babandan ve hocalarından elde ettiğin inancında bir azalma olmadı mı?’ Ben de: ‘Hayır!’ dedim. Bunun üzerine: ‘O halde seninle bu ince sözleri konuşmak uygundur.’ buyurdu.”[16]
Mevlânâ Muhammed Zâhid (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin çok fazla müridi vardı. Yetiştirmiş olduğu halifeleri insanların doğru yolu bulmaları için çok gayret gösterdiler. Halifelerinden en ileri gelenler Silsile-i Meşâyıh’ın yirmi birinci halkası olan Mevlânâ Derviş Muhammed[17] (Kuddise Sirruhû) Hazretleri ile Hâcegî Kâspânî (Kuddise Sirruhû) Hazretleridir. Hâcegî Kâspânî (Kuddise Sirruhû), şer‘î ilimlerde iyice nasibini aldıktan sonra Muhammed Zâhid (Kuddise Sirruhû) Hazretlerine intisap etmiş ve şeyhinin teveccühüyle yüksek makamlara erişmiş bir veliydi. Birçok müridi vardı.[18] Hicrî 949 yılında Buhara’ya bağlı Dehbide’de vefat etti.[19]
Eserleri
Mevlânâ Muhammed Zâhid (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin iki önemli eseri vardır:
1. Mesmû’ât-ı Mevlânâ Kâdî Muhammed Zâhid.(Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr.1715. 154yk., 21 st.) Bu eserde şeyhi Hâce Ahrâr (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin kelâmlarını derlemiştir.
2. Silsiletü’l-’Ârifîn ve Tezkiretü’s-Sıddîkîn.[20] (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2830. 209 yk., 19 st.)
Vefâtı
Muhammed Zâhid (Kuddise Sirruhû) Hazretleri hicrî 936 (m.1529) senesinde Semerkand’a bağlı Hisar beldesinin Vahş Köyü’nde vefat etmiştir.[21] Allah (Celle Celâluhû) bizleri şefaatine nail eylesin.
Dipnotlar
[1] es-Serhendî, Muhammed Fadlullah, Umdetü’l-Makâmât, Hakîkat Kit., s.88
[2] el-Kevserî, Muhammed Zâhid b. el-Hasen, İrğâmü’l-Merîd,el-Mektebetü’l-Ezheriyye, 1. Baskı, s. 52
[3] Safî, Fahruddîn Alî b. Hüseyin, Reşahât, İstanbul, s. 493
[4] Mevlânâ Fahruddîn Alî b. Hüseyin’in Nakşibendiyye büyüklerinin hayatı hakkında kaleme aldığı eserdir. Tam adı “Reşahât-ı Aynü’l-Hayât” olan eserin aslı Farsça olup Arapça ve Türkçe çevirileri bulunmaktadır. Mukaddimeden itibaren bir makale, üç bölüm ve bir hatime şeklinde düzenlenen eserde Yusuf Hemedânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinden itibaren büyük bölümü şeyhi Hâce Ahrâr (Kuddise Sirruhû) hazretlerininki olmak üzere doksanın üzerinde Nakşî büyüğünün hayatı anlatılmıştır. Bkz. Necdet Tosun, “Reşehât”, DİA, XXXV/9
[5] Mevlânâ Muhammed Zâhid, Silsiletü’l-’Ârifîn ve Tezkiretü’s-Sıddîkîn, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2830
[6] İran’da bulunan büyük bir şehirdir. Bkz. el-Hamevî, Şihâbüddîn Yâkût, Mu’cemü’l-Büldân, Dâru Sâdir, Beyrut 1995, IV/454
[7] Afganistan’ın batısında bulunan tarihî bir şehirdir.
[8] Özbekistan’da Kaşkaderya ilinin yönetim merkezi olan Karşı’nın eski ismi Nesef’tir. Bkz. el-Hımyerî, Abdülmun’im, er-Ravdu’-Mi’târ fî Haberi’l-Aktâr, Müessesetü Nâsır, Beyrut 1980, I/579
[9] Mevlânâ Câmî’nin de şeyhi olan Sadüddîn Kâşgarî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin Hâce Muhammed Ekber ve Hâce Muhammed Asğar adında iki oğlu vardı. Burada Hâce Kelân diye bahsedilen zat Hâce Muhammed Ekber’dir. Sadüddîn Kaşgarî için ayrıca bkz. Câmî, Abdurrahman b. Nizâmiddîn, Nefahâtü’l-Üns, trc. Lâmi’î Çelebî, s. 442
[10] Safî, Reşahât, s. 494-495
[11] Safî, Reşahât, s. 495-496
[12] Taşkent, Özbekistan’ın başkenti olan ve tarihi çok eskilere dayanan bir şehirdir.
[13] Safî, Reşahât, s. 496-497
[14] Şâhruhî, padişahî olarak da bilinen ve Safevîler, Babürlüler ve Osmanlılar tarafından kullanılan bir çeşit gümüş paradır. Timur’un oğlu Şâhruh’un adına nisbetle önce şâhruhî şeklinde anılırken daha sonra kısaca şâhî diye yaygınlaşmıştır. Bkz. “Padişahî”, DİA, XXXIV/143
[15] Safî, Reşahât, s. 497
[16] Safî, Reşahât, s. 494
[17] Mevlânâ Derviş Muhammed (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin hayatı müstakil olarak yayınlandığı için sadece Hâcegî Kâspânî (Kuddise Sirruhû) hakkında bilgi verilmiştir. Bkz. Enes İnce, “Mevlânâ Derviş Muhammed (Kuddise Sirruhû)”, İsmailağa Dergisi, 12. Sayı
[18] Hâcegî Kâspânî’nin ileri gelen dört müridi vardı: Şeyh Dost Sahhâf, Şeyh Hıred, Mevlânâ Lütfullah Ercâketî ve Şeyh Muhammed İslam Cûybârî. el-Hânî, Abdülmecîd b. Muhammed, el-Hadâiku’l-Verdiyye, thk. Muhammed Hâlid el-Harse, Dâru’l-Beyrûtî, 1. Baskı, Dımaşk 1997, s. 527
[19] el-Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 527
[20] Kehhâle, Ömer b. Rızâ, Mu’cemü’l-Müellifîn, Dâru İhyâu’t-Turâsi’l-’Arabî, Beyrut, X/V; İsmail Paşa, Hediyyetü’l-Ârifîn, II/68
[21] Hocazâde Ahmed Hilmi, Hadîkatü’l-Evliyâ, İstanbul 1318, s. 88