Müellefe-i Kulûba Zekât Verilmemesi
Zekâtın verileceği kişileri sayan ayet-i kerimede açıkça “Müellefe-i kulûb” “Kalpleri İslâm’a ısındırılanlar” da zikredilmektedir. Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur: “Sadakalar(ın kısımlarından biri olan zekâtlar) ancak (hiçbir malı ve kazanma imkânı bulunmayan) fakirlere, (bir miktar malı yahut kazancı bulunsa da, yeterli gelmeyen) miskinlere, (zengin de olsalar) onlar(ın toplanması) üzerine çalışma yapan (memur)lara, kalpleri (İslâm’a) alıştırılacak olanlara, (yazışmalı kölelerin) boyunlar(ının kurtarılması) uğrunda, bir de borçlulara, ayrıca Allâh yolunda (gazâ, hac ve ilim tahsîli gibi vazîfelere çıkmış muhtaç kimselere) ve (memleketlerinde zengin de olsalar herhangi bir nedenle) yolda (mağdur) kalmışa mahsustur. (Zekâtların bu sınıflara dağıtılması) Allâh’tan bir farz olarak (hükme bağlanmıştır). Allâh (insanların durumlarını ve neyi hak ettiklerini hakkıyla bilen bir) Alîm’dir, (her işini hikmet üzere yapan, bu yüzden hakları sâhiplerine sevk eden bir) Hakîm’dir.”[1]
Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) zamanında Müellefe-i kulûba ganimetlerden, devlet arazisinden ve zekât malından verilmekte idi. Efendimizin vefâtı ile bu iş kaldırılmıştır. “Tarihselciler”, Hazreti Ömer (Radıyallâhu Anh)ın, müellefe-i kulûbün bu haklarını iptal etmesini “rey ile şeriatı değiştirmek” şeklinde yorumladılar. Onlara göre, Hazret-i Ömer (Radıyallâhu Anh), hakkında açık âyet bulunan bir meselede tevil götürmez bir değişiklik ve hatta açıkça nesih yapmıştı. Böylelikle Hazret-i Ömer (Radıyallâhu Anh) “usûl-i erba‘a” denilen İslâm’ın dört temel ibadetinden (Namaz, Oruç, Zekât, Hac) biri olan zekât hususunda âyet-i kerîme ile ifade edilen bir hükmü değiştirerek “Tarihselciler”in iddialarına tam destek vermiş oluyordu. Elbette ki bu hadise, ibadetler gibi çok hassas bir hadise dahi bazı değişikliklerin mümkün olabileceği manasına gelmekte idi. Aynı zamanda bu hadise “Siyer/Uluslararası ilişkiler” ile alakalı bir meselede değişiklik yapılabildiğinin de ispatı idi. Zira müellefe-i kulûba ganimetlerden, devlet arazisinden ve zekât malından pay verilmesinin “Siyer/Uluslararası ilişkiler” bahsine bakan bir tarafı da mevcut idi.
Peki, meselenin hakikati hakikaten böyle midir? Hazreti Ömer (Radıyallâhu Anh) bu yaptığıyla “Tarihselciler” haklı çıkarmayı mı murat etmiştir? Yoksa meselenin illeti bambaşka mıdır? Bu istifhamların cevaplarını Ulemânın dilinden aktaralım.
Öncelikle meseleyi kaynak eserlerden teferruatıyla ele almamız gerekmektedir. Zira meseleyi kaynak eserlerden teferruatıyla ele almak; maalesef “Tarihselcilerin” hiç başvurmadığı fakat bu suallerin cevabını anlamak için kullanılabilecek tek yoldur.
Öncelikle “müellefe-i kulûb” tabirinden tam olarak ne kastedildiğini bilmemiz gerekmektedir. Müellefe-i kulûbün müşriklerden belli bazı kişiler olduğu söylenmiştir.[2] Bedâi‘ sâhibi bu kişileri şu şekilde sıralamıştır: “Ebû Süfyân, Safvân İbni Ümeyye, Akra’ ibni Habis, Üyeyne ibni Hısn, Abbas İbni Meradis, Mâlik ibni Avf, Hakîm ibni Hizam ve diğerleri. Bunlar kuvvetli ve etbâı çok olan kimselerdi.”[3]
Ulemâ müellefe-i kulûbu üç sınıfa ayırmıştır.
Bir: Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in İslâm’a girmeleri ve onların İslâm’a girmeleri vesilesiyle kabilelerinin de İslâm’a girmesi için kalplerini ısındırdığı kimseler.
İki: İman etmiş fakat îmânı zayıf olan kimseler
Üç: Şerlerinden Müslümanların muhafaza edildiği kimseler. Bunlar Kureyş’in önde gelenleri idi.[4]
Müellefe-i kulûba neden zekât verilmediğini anlamak için onlara neden zekât verildiğini bilmemiz gerekir. Zikrettiğimiz taksime bakıldığında zaten taksimin sebepler itibarıyla yapıldığını görmekteyiz. İmam Cessâs (Rahimehullah) bu taksimatı “müellefe-i kulûbun nevileri” olarak değil de “müellefe-i kulûba zekât verilmesinin vecihleri” olarak zikretmiştir.[5] İmam Tahâvî (Rahimehullah)ın muhtasarına yaptığı şerhte ise, müellefe-i kulûba neden zekât verildiğini, biri def-i mazarrât, diğeri de celb-i menfaat kabilinden olmak üzere iki başlıkta toplamıştır:
Bir: Onların hasetlerini kırmak, Müslümanlara musallat olmalarını engellemek ve Müslümanlar aleyhinde kâfirlere yardımcı olmalarına mâni olmak
İki: Onların ve diğer müşriklerin kalplerinin İslâm’a meyletmelerini sağlamak [6]
Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) kalpleri İslâm’a ısındırma illetini Ashab-ı Kirâm Efendilerimize açıkça ifade etmiştir. O (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) müellefe-i kulûbdan bazılarına fazla, fazla mal verince Kureyş ve Ensârdan bazı kimseler hoşnutsuz olmuş, bunun üzerine Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) “Ben onların kalplerini ısındırıyorum” buyurmuştur.[7]
Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) müellefe-i kulûba mal vermekle, Müslümanların elde ettikleri ganimetlerden ve birbirlerine verdikleri zekâtlardan dolayı müellefe-i kulûbün onları kıskanmalarını engellemiş ve böylelikle Müslümanlara musallat olmalarına mâni olmuştur. Savaşlardaki ganimetlerden pay alabileceklerini bilen müellefe-i kulûb, Müslümanlar aleyhinde düşmanla iş birliğine gitmekten geri durmuşlardır. Ayrıca kalpleri İslâm’a ısınmış ve her biri efendimizin hüsn-ü muamelesi güzel ahlakı vesilesiyle[8] iman etmişlerdir. Safvân İbni Ümeyye şöyle demiştir:“Rasûlüllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Huneyn günü bana o kadar ihsanda bulundu ki… En kızgın olduğum insan idi. Bana verdikçe en sevdiğim insan oluverdi.”[9]
İmam Serahsî (Rahimehullah) müellefe-i kulûbdan bazılarının kâfir olmasına rağmen onlara zekât verilme vechini şöyle açıklamıştır: “Onlar kâfir oldukları halde nasıl onlara zekât verilir?” denirse, şöyle cevap verilir: müşriklerin şerrini defetmek için yapılan cihat, Müslümanlardan fakir olanlara da zengin olanlara da vaciptir. Fakirlerin malından onlara bir parça verilerek şerleri defedilmiştir. O gün bu da bir çeşit cihat idi.[10] Zira cihat bazen kılıç ile bazen uyarmak ile bazen de ihsan ve ikram ile olur.[11]
Bâbertî (Rahimehullah) “müşriklerin şerlerinden emin olmak” illetine şöyle bir kayıt koymayı ihmal etmemiştir: “Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) onlardan korktuğu için onlara mal vermemiştir. Zira Nebiler Allah’tan başka kimseden korkmazlar. Ancak Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Ahirette yüzüstü cehenneme atılmasınlar diye onlara mal vererek, onları İslâm’a ısındırmakta idi.”[12]
Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bu illeti kendi diliyle de ifade etmiştir. O (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Sa‘d (Radıyallâhu Anh) kendisine “Falancaya da ver zira o mümindir” dediğinde şöyle demiştir: “Bazen ben, bazılarına ikramda bulunurum fakat diğerini daha çok severim. Bunu, ahirette yüzüstü sürünmesin diye yapıyorum.”[13]
Zekât ve devlet malından istifade gibi ayrıcalıkların artık kaldırıldığının ilk ilanı Hazret-i Ebûbekir (Radıyallâhu Anh)ın hilâfetinde Hazret-i Ömer (Radıyallâhu Anh)ın bir muameleye itirazıyla gerçekleşmiştir. Hadise şu şekildedir: Zibrikân İbni Bedr ve Akra’ i-İbni Habis, Hazret-i Ebûbekir (Radıyallâhu Anh)tan arazi tahsisi talebinde bulundular. Hazret-i Ebûbekir (Radıyallâhu Anh) da bunu kabul etti ve onlara bir vesika yazdı. Hazret-i Osman (Radıyallâhu Anh) onlara dedi ki: bunu Hazret-i Ömer (Radıyallâhu Anh)a da gösterin zira bir sonraki halife odur. Böylece işinizi sağlama almış olursunuz. Hazret-i Ömer (Radıyallâhu Anh)a gittiler. Hazret-i Ömer (Radıyallâhu Anh) içerisinde yazanları okuyunca vesikaya tükürdü ve yüzlerine çarptı. Sonra onlara: “Bundan sonra size ikram yok. Önce Müslümanlara kılıç çekecek, onları taşlayacaksınız, sonra da size onların ganimetlerinden mi vereceğiz?” dedi. Sonra Hazret-i Ebubekir (Radıyallâhu Anh)a gelerek: “Vallâhi halife sen misin, yoksa Ömer mi, bilmiyoruz” dediler. Hazret-i Ebûbekir (Radıyâllahu Anh) ne olduğunu sordu. Anlattılar. Bunun üzerine Hazret-i Ebûbekir (Radıyallâhu Anh) “Ömer’in kabul etmediğini biz de kabul etmeyiz” buyurdu.[14]
Başka rivâyetlerde Uyeyne ibni Hısn’ın başından geçen hadise aktarılmaktadır. Talhâ (Radıyallâhu Anh) veya başka bir kimse onu “Hazret-i Ömer (Radıyâllahu Anh)a gitmesi gerektiği, zira onun bu işe müdahale edebileceği” hususunda uyarmış Uyeyne İbni Hısn da Hazret-i Ömer (Radıyâllahu Anh)a gitmiş ve başına aynı hadise gelmiştir.[15] Uyaran kişi muhtemelen Talhâ (Radıyâllahu Anh)tır. Zira onun da başından benzeri bir hadise geçmiştir. Talha (Radıyâllahu Anh) Hazreti Ebubekir (Radıyâllahu Anh)a “Vallahi halife sen misin yoksa Ömer mi bilmiyorum” demiş, Hazreti Ebubekir (Radıyâllahu Anh) “Aslında o idi fakat kabul etmedi” buyurmuştur.[16]
Müellefe-i kulûbun tamamen ortadan kaldırılıp kaldırılmadığı hususunda ihtilaf vardır. Kimi âlimler gerekli durumlarda hala geçerli olduğunu ifade etmişlerdir.[17] Hasan, Zührî, Muhammet ibni Ali, Ebû Ubeyd ve İbni Hanbel ve Zâhiriyyenin bu görüşte oldukları nakledilmiştir.[18]
Esasen müellefe-i kulûbun nesh edilmediğine dair bu görüş “Tarihselcilerin” esaslarına en münasip olan görüştür. Bu itibarla “Tarihselcilerin” bu görüşü şiddetle savunuyor olmaları gerekirdi. Zira onlar usulî olarak zaten “Zamanın değişmesiyle eğer bir ihtiyaç hâsıl olursa müellefe-i kulûba zekât verilebilir ve devlet malından tahsis yapılabilir” görüşünü savunmaktadırlar.
Peki, “Tarihselciler” kendi ortaya koydukları usullerden hangi hükümlerin çıkacağını bilemeyecek kadar az bir mantığa mı sahipler? Yoksa ortaya attıkları iddiaların yekûnundan çıkan usulü fark edemeyecek kadar sureta bir ilme mi sahipler? Yoksa ortaya çıkan neticenin farkında olmalarına rağmen işlerine gelmediği için mevzuyu örtbas etmeye mi çalışmaktadırlar? Bu soruların hepsinin cevabı “Evet” olacaktır. Fakat biz şimdilik sadece son durumu anlatmakla yetinelim.
Bilerek veya bilmeyerek -zira “Tarihselcilerin” bu hususta bir ihtilaf olduğunu bilmiyor olmaları da muhtemeldir- zikretmekten kaçındıkları bu durum, onların iddialarını desteklediğini düşündükleri bir delili ortadan kaldırmaktadır. Eğer Hazret-i Ömer (Radıyâllahu Anh) müellefe-i kulûbun payını tamamen ortadan kaldırmadı ise “Tarihselcilerin” Ömer (Radıyâllahu Anh) bir veçhiyle uluslararası hukuka giren ve usûl-i erba’adan olan zekât ile alakalı radikal bir değişiklik yapmıştır. Öyleyse bu gibi değişikliklerin bu baplardaki diğer hükümlere de tatbik edilmesinin önündeki mâni nedir?” şeklindeki kaziyyeleri ortadan kalkmaktadır. “Tarihselciler” ya usullerinden fedakârlık yapmak ya da delillerinden fedakârlık yapmak durumunda kalmıştır. Görünüşe göre bu delili kullanmak pahasına bilerek veya bilmeyerek usullerinden fedakârlık yapmayı tercih etmişlerdir. Fakat atladıkları bir şey daha var. Usulden fedakârlık yapmak fikrin baştan aşağıya çökmesi demektir. Münazara ilminde buna “tehallüf” diyoruz. Bunun ne derece ciddi bir sorun olduğunu beş yıllık medrese müfredatında münazara ilmini iyi okumuş bir talebe dahi rahatlıkla çözebilir.
Öyle anlaşılıyor ki; “nesih” görüşünü tercih etmemek onlar için daha hayırlı olurdu. Fakat mademki tercih ettiler, biz de onların kendilerine delil teşkil ettiğini zannettikleri “nesih” görüşünün, aslında, zannettikleri gibi işlerine pek de yaramayacağını ulemanın ifadeleri ışığında ortaya koyacağız.
Cumhur ulema müellefe-i kulübün tamamen nesh edildiği görüşündedirler.[19]
İmam Ebû Yûsuf (Rahimehullah), Kitâbu’l-Harâc isimli eserinde “müellefe-i kulûba gelince, onlar gittiler” demektedir.[20]
İmam Muhammed (Rahimehullah), “Âyet-i kerimede geçen müellefe-i kulûb hakkında ne düşünüyorsun? Onlara zekâttan pay verilir mi?” sorusuna, “Hayır. Bu, Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in insanlara mal vererek onları İslâm’a ısındırdığı dönemde idi. Bugün ise böyle bir şey yoktur” diyerek cevap vermiştir.[21]
Hükmün kalkmasının sebebi olarak Allah Teâlâ Hazretlerinin İslâm’ı aziz kılması gösterilmektedir. Zira o zamanlar İslâm dini zayıf idi. Bu sebeple müellefe-i kulûba zekât veriliyor, devlet arazileri tahsis ediliyor idi. Şimdi ise böyle bir durum yoktur.[22]
Bedai’’de bu hususta şu açıklama yer alır: “İslâm o zamanlar zayıftı. Müslümanlar azdı. Onlar ise kuvvetliydiler ve sayıca çoktular. Şimdi ise -Mevlâ’ya hamdolsun- İslâm izzet buldu. Müslümanlar çoğaldı. Birbirlerine destekleri arttı. Şirk ise zillet içerisinde kaldı. Bir hüküm ki akılla bilinebilir şekilde ve kendisine has bir illet ile sabit olursa, bu illetin ortadan kalkması ile ortadan kalkar.” [23]
İmam Cessâs (Rahimehullah) müellefe-i kulûb hükmünün geri gelmeyeceği ile alakalı şu muhteşem tespiti yapmaktadır: “Eğer bir gün yine müellefe-i kulûba ihtiyaç duyulursa, bu ancak, Müslümanların cihadı terk etmesinden dolayıdır. Ne zaman ki birleşirler ve birbirlerine destek olurlarsa Müslümanların mallarından vererek başkalarına yaranmaya ihtiyaç duymazlar.”[24]
Bu hükmün kaldırılma veçhi ile alakalı şu ihtimallerden bahsedilmiştir:
- “İlleti gaiyyenin intihasıyla hükmün intihası”.[25]
Müellefe-i kulûb hükmünün illeti; o dönemde İslâm’ın zayıf olması idi. Mevlâ Teâlâ ne zaman ki İslâm’ı bir daha yok olmayacak derecede kuvvetlendirdi, hükmün illeti ortadan kalktığı için hüküm de ortadan kalktı. Bu, aynı, vatan topyekûn bir işgal ile karşılaştığında, toplu olarak cihada gidilmesi vacip iken, söz konusu tehlikenin geçmesi durumunda, dini hükümleri öğrenmek ve öğretmekle mesul kişilerin harbe katılma mesuliyetinin kalkması gibidir.[26]
Bu görüşe şöyle itiraz edilmiştir: Hükmün bekası için illetin bekası şart değildir. Mesela remel ve izdıba’ (hac ve umre tavaflarının ilk üç şaftında omuzları açmak ve kendini zinde gösterecek şekilde çalımlı yürümek) hükmünün illeti kalkmıştır. Zira bu ameller, Mekke’nin fethi esnasında müşriklerin “Müslümanlar yorgun düşmüş” diyerek fethe mukavemet göstermelerine mâni olmak içindi. Fakat bu illet kalkmasına rağmen remel ve ızdıba’ın tatbiki kaldırılmamıştır. Öyleyse müellefe-i kulûbun kaldırılmasını bu şekilde açıklamak doğru değildir. [27]
Burada şunu söylemek mümkündür: Müellefe-i kulûb hükmünün tek illeti kalpleri ısındırmaktır. Başka bir illeti yoktur. [28] Hükmün devamı için illetin devamının şart olduğu yerler vardır, şart olmadığı yerler vardır. Ashâb-ı Kirâm Efendilerimizin icmâı ile müellefe-i kulûb hükmünün kaldırılmasından, mezkûr hükmün, bekası, illetinin bekasına bağlı olan hükümlerden olduğunu anlarız.[29] Ashâb-ı Kirâm Efendilerimiz de vahye ve şeriatın ikmaline şahit olmaları cihetiyle bunu idrak etmişlerdir. Burada üstünün çizilmesi gereken nokta ise yapılan itirazın içeriğidir. Eğer Hazreti Ömer (Radıyallâhu Anh) tarihselcilerin iddialarına destek verir mahiyette hareket etmek isteseydi, remel ve ızdıba’ gibi illeti ortadan kalkan her meseleye müdahale ederdi. Ve bu hususta ibadet ve muamelat ayrımının olması mantıksızdır. Zira İslâm’da ibadetler ve muamelat bahislerinin birçoğu hep iç içedir.
- “Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) zamanında var olan aslı takrir etmek”
İmam Bâbertî (Rahimehullah), el-İnâye adlı eserinde şöyle demektedir: “Üstâdım Allâme Alaettin Abdülaziz bu hususta şöyle bir mütalaada bulunmuştur: en güzeli bu meseleyi “Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) zamanında var olan aslı takrir etmek” olarak değerlendirmektir. O zaman “i’zâz/dini yüceltme” müellefe-i kulûba zekât vermek ile olmakta idi. Şimdi ise durum değişti. O zamana nispetle müellefe-i kulûba zekât vermek “i’zâz(dini yüceltme)”ın vasıtası idi. Şimdi ise bunu terk etmek “i’zâz(dini yüceltme)”ın vasıtasıdır. Öyleyse nesih yoktur.” [30]
İbni Hümâm (Rahimehullah) yine de nesihten bahsedilebileceğini söylemektedir. Ona göre “Şer‘î bir hüküm olan “i‘zâz”ın kalkması ile onun illet-i hakikisi olan “def‘” (müellefe-i kulûba zekât verme) de ortadan kalkmıştır” demek mümkündür.[31]
Bu îzah “Tarihselcilerin”in iddialarına yakın durmaktadır. Esasen bu ve benzeri, fıkıhta birçok mesele vardır ki müçtehitler illet tespiti yaparak zamana göre farklı fetvalar vermişlerdir. Fakat “Tarihselciler”in temel hatası; bu gibi vahye şahit olmuş Ashâb-ı Kirâm Efendilerimiz veya vahyi tam manası ile anlamış müçtehit İmamların ittifak ettikleri illet tespitlerini ve zamana göre değişiklik yapılabilecek olan hükümleri, ilmi bir bakışla değil, batılı bir kafayla tespite yeltenmeleridir. Ayrıca hakkında nas olan, olmayan her meselede bu benzeri değişiklikler yapmaya çalışmaları da haddi aşıldığı noktalardır.
- Müellefe-i kulûbun hükmü Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) zamanında nesh edildi. [32]
Bu vecih de meselenin illeti konuşulurken çokça dile getirilen ve üzerinde tartışılan bir vecihtir. [33] Hükmü nesh eden nas olarak da Hazreti Ömer (Radıyallâhu Anh)ın okuduğu bu mesele ile alakalı şu ayet-i kerime gösterilmektedir:
“De ki Rabbinizden hak gelmiştir. Dileyen iman etsin. Dileyen inkâr etsin.”[34] [35]
Bu hususta icma’ eden Ashâb-ı Kirâm Efendilerimizin işittiği fakat bize ulaşmayan bir hadis-i şerifin de var olabileceği zikredilmiştir.[36] Bu da makul bir ihtimaldir. Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) müellefe-i kulûbdan olan Safvân’a, kasıtsız olarak zayi olan bir emânetin tazminini/ödenmesini teklif etmiş -ki kasıtsız telef edilen emanet tazmin edilmez- o da “Hayır, artık kalbimde İslâm’a karşı öncekinden farklı bir his var” deyince tazmin etmemiştir.[37] Ashab-ı Kiram Efendilerimizin bu gibi hadiselerden hükmün nesh edildiğini veya muvakkat olduğunu anlamaları gayri tabii bir fevkaladelik değildir. Bu şiddetli ihtimal karşısında “Tarihselcilerin” ellerinde bir delil kalmamaktadır.
Bunca ihtimal arasında “Tarihselcilerin” kendilerine delil teşkil edeceğini düşündükleri ihtimali almaları pek şaşırtıcı değildir. Burada şaşırtıcı olan “Tarihselcilerin”, kendilerine en yakın ifadeleri kullana, Bâbertî (Rahimehullâh)ın hocası Allame Alâuddîn Abdülaziz’in açıklamalarından haberdar olmamalarıdır. En azından biz rastlayamadık. “Açıp, Hidâye şerhi okumuş olanı var mıdır” sorusunun cevabı herkesi dehşete düşürebilir. Farzımuhal, cevap “Evet” olduğunda “Okuduklarını anlamış olanı var mıdır” sorusu devreye girecektir. Cevap yine “Evet” ise “Buna rağmen nasıl tarihselci olabildiği” çözülemez bir muamma olarak karşımıza çıkacaktır.
Burada zikredilmesi gereken bir husus daha var. “Tarihselciler” İmam Mâturîdî (Rahimehullâh)ın bu mesele ile alakalı zikrettiği bir sözünün yarısını alarak kendilerine delil üretmeye çalışmışlardır. “Tarihselcilerin” nakline göre İmam Mâturîdî (Rahimehullâh) Te’vîlâtü’l-Kur’ân adlı eserinde şöyle demiştir: “Bu meselede İçtihat ile neshin cevazına delalet vardır”. Gerçekte ise İmam Mâturîdî (Rahimehullâh) şöyle demiştir: “Bu meselede, hükmün, kendisi ile kaim olduğu mananın/varlığı için kendisi ile beraber bulunması gereken illetin ortadan kalkmasından dolayı içtihat ile neshin cevazına delalet vardır” [38]
Burada ictihâdın taalluk ettiği şey, illetin bekasının hükmün bekasına tesir edip etmediği veya illetin ortadan kalkıp kalkmadığını tespit etmektir. İmam Mâturîdi (Rahimehullâh) “içtihat ile nesh” tabiri ile kast ettiği mana birinci şıkta zikrettiğimiz “İllet-i gâiyyenin intihasıyla hükmün intihâsı” manasından öte bir şey değildir. Orada zikrettiğimiz teferruat burası için de geçerlidir.
Dipnotlar
[1] Tevbe Sûresi, 60.
[2] Burhânüddîn İbn Mâze, Muhîtu’l-Burhânî, c.2, s.281; Serahsî, el-Mebsût, c.3, s.9.
[3] Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi’, c.2, s.44.
[4] Ekmelüddîn el-Bâbertî, el-İnaye, c.2, s.258; İbni Nüceym, el-Bahru’r-Râik, c.2, s.258; İbni Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, c.2, s.342; İbni Hümâm, Fethü’l-Kadîr, c.4, s.175.
[5] Ebûbekir er-Râzî el-Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, c.7, s.60.
[6] Ebûbekir er-Râzî el-Cessâs, Şerhu Muhtasarı’t-Tahâvî, c.2, s. 373.
[7] Buhârî, r.3344.
[8] Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi’, c.2, s.44.
[9] Tirmizî, r.666; İbni Hibbân, r.4828.
[10] Serahsî, el-Mebsût, c.3, s.9.
[11] Şihâbüddîn eş-Şiblî, el-Hâşiye alâ Tebyîni’l-Hakâyık, c.1, s.299.
[12] Ekmelüddîn el-Bâbertî, el-İnâye, c.2, s.259.
[13] Ebû Dâvûd, r.3687.
[14] Ahmed İbni Hanbel, Fazâilü’s-Sahâbe, r.383.
[15] İbni Zenceveyh (Zencuye), Kitâbü’l-Emvâl, r.1023.
[16] İbni Zenceveyh (Zencuye), Kitâbü’l-Emvâl, r.1022.
[17] Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, c.2, s.44.
[18] Şihâbüddîn eş-Şiblî, el-Hâşiye alâ Tebyîni’l-Hakâyık, c.1, s.269.
[19] Ebûbekir er-Râzî el-Cessâs, Ahkamü’l-Kur’ân, c.7, s.62-3; Burhânüddîn İbni Mâze, Muhîtu’l-Burhânî, c.2, s.281; Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, c.2, s.44; Ekmelüddîn el-Bâbertî, el-İnâye, c.2, s.259.
[20] İmam Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, s.81.
[21] İmam Muhammed, Kitâbü’l-Asl, c.2, s.142.
[22] Ebû Cafer et-Tahâvî, Ahkamü’l-Kur’ân, c.1, s.371; Ebûbekir er-Râzî el-Cessâs, Şerhu Muhtasarı’t-Tahâvî, c.2, s. 373; Burhânüddîn İbni Mâze, Muhîtu’l-Burhânî, c.2, s.281; Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, c.2, s.44.
[23] Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, c.2, s.44.
[24] Ebûbekir er-Râzî el-Cessâs, Ahkamü’l-Kur’ân, c.7, s.60.
[25] Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, c.2, s.44; Ekmelüddîn el-Bâbertî, el-İnâye, c.2, s.260; İbni Nüceym, el-Bahru’r-Râik, c.2, s.258; İbni Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, c.2, s.342.
[26] Şihâbüddîn eş-Şiblî, el-Hâşiye alâ Tebyîni’l-Hakâyık, c.1, s.298.
[27] Ekmelüddîn el-Bâbertî, el-İnâye, c.2, s.260.
[28] Ebûbekir er-Râzî el-Cessâs, Şerhu Muhtasarı’t-Tahâvî, c.3, s. 313.
[29] İbni Abidin, Reddu’l-Muhtar, c.2, s.342.
[30] Ekmelüddîn el-Bâbertî, el-İnâye, c.2, s.260.
[31] İbni Hümâm, Fethü’l-Kadîr, c.4, s.177-8.
[32] Ebû Ca‘fer et-Tahâvî, Ahkâmü’l-Kur’ân, c.1, s.371.
[33] İbnü’l-Hümam, Fethu’l-Kadir, c.4, s.177; İbni Âbidin, Reddü’l-Muhtâr, c.2, s.342.
[34] Kehf Sûresi, 29.
[35] İbni Nüceym, el-Bahru’r-Râik, c.2, s.258.
[36] İbni Abidîn, Reddu’l-Muhtâr, c.2, s.342.
[37] Ebûbekir er-Râzî el-Cessâs, Şerhu Muhtasari’t-Tahâvî, c.3, s. 313.
[38] Ebû Mansûr el-Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c.5, s.407.