Pek muhterem cami cemaati. Kutsal değerlerimizin sorgulandığı günlerden geçiyoruz. Aşırdığı hırkası ile dervişan mirası tekke postuna kurulanların efendi kabul edildiği ve ilimden yoksun zakirlerin kutup sayıldığı günleri yaşıyoruz. Tasavvuf, manadan yoksun dil söylencesi, hakikatten yoksun gün eğlencesi değildir. Hele ki özü yansıtmayan lâf-ı güzaf ve teşhir çarmıhına gerilen bir keramet hiç değildir. Bu yolda, Manevî keşiflerle makam dağıttığını iddia edenlerin, makam ve nefislerini pazarlayan teşhircilerin ikbal mumunun ikindi vaktine bile kalmayacağı muhakkaktır.
Neyse ki, günah tohumunun gün yüzüne çıkması ve bulutsu makam ve post heyulalarının güneşin berraklığıyla kaybolup gitmesi kesindir. Lâkin inkârcıların şüphesi ve bozguncuların fitnesi, bugünün ve yarının mukadder çilesidir. Ancak kirli dillerin ve kararmış fikirlerin, bakir mefkûre sahiplerini lekelemesi ve yolun her bucağında Allah’a (Celle Celâluhû) davet eden dervişâna laf uzatılması irfan ve insaf sahibi insanların içini acıtır.
Bizler, bir yandan bugünün mücrimlerinin acınasını hâline tanık olurken diğer yandan olağanüstü bir eğlencenin temaşasına tanık oluyoruz. Dün, kendi yaramaz çocukları namına suçun şahsiliğini savunanlar, bugün tekkeden çıkan bir mücrimi bahane ederek Müslümanları lekelemeye çalışıyor. Suçun şahsiliği bir kenara, imam ve hatip mektebinden ya da tekke kapısından geçenlerin bile böyle cürümlere namzet bireyler olduklarını iddia ediyor. Neyse ki çamurla güneş sıvanamayacağı için bir istiğfar da onlar namına çekiyoruz.
Lakin unutmamak gerekir ki, bu münafıkça bir tutumdur. Kötü ya da günahkâr bir şahıs üzerinden medeniyet zenginliklerimizi sorgulamak ve sahip olduğumuz manevî değerleri zedelemeye çalışmak, serkeş ve bohem bir yaşam tarzı iddiasıyla herkesin kendi maneviyatını kendi içinde yaşaması gerektiğini zannetmek apaçık zihin tutulmasıdır.
İnkârcılık ve ataya sövgü yarışında boy göstermek ya da toplumun zihin dünyasını, sadasız çığlıklarla işgal etmek maharet değildir. Böyle bir hareket, mümbit toprakta filiz vermeyen kısır tohum çabasıdır. Bize düşen asırlık ata tohumunu korumak ve sahip olduğumuz mana coğrafyasında; Anadolu’da bu tohumu filizlendirmektir. Şu hakikati biliniz ki, zihin esaretine yakalanan ve kendi sahip olduğu zenginliklerden habersiz olup atasının gölgesini üstlenmekten korkan birey ve toplum yok olmaya mahkûmdur. Böyle bir düşünce, bir yöneliş değil bilâkis esarettir.
Allah Teâlâ, Hazreti Peygamberin Kendi katına yükselişini anlattığı İsrâ sûre-i celilesinde, insanın manevî yükselişine işaret etmek için şöyle buyurur:
“Andolsun ki muhakkak Biz, Âdemoğullarını çok şerefli ve keremli kıldık.”[1]
İnsan, Allah’ın (Celle Celâluhû) değer ve kıymet pahası bahşettiği yüce bir varlıktır. Allah Teâlâ, insanı yokluktan tecrit etmiş ve varlık ile tezyin etmiştir. İnsan, bir kerem olarak taşıdığı naçiz bedeninden öte Allah (Celle Celâluhû) katında ruhu ve varlığı ile bir değer arz eder.
İnsan, Allah (Celle Celâluhû) katındaki yücelişiyle ilâhî kereme lâyık görülür. İnsan kendisine şahdamarından bile yakın olan ilâhına yakın olduğu kadar şeref payesi kazanır. İşte tasavvuf, bu manevî yüceliş ve bu ilâhî yakınlık bağıdır.
Tarikat, bu manevî yakınlığa erişmek ve öteler ötesine seyretmek için girilen mana yoludur. Bu kervansız sefer, Allah Resûlü efendimizin eliyle kalbine işaret ettiği hakikate nail olmak için sürdürülür:
“Takva, işte buradadır.”[2]
Tasavvuf, kalpteki takva ve ruhtaki kıvamdır. İnsan, kalbini Allah (Celle Celâluhû) zikri ile mayaladığı sürece kıvam bulur ve hakikat mayası tutmaya başlar.
Tasavvuf çekilmeyen ve tasvir edilemeyen resim, teşhir edilmeyen kalp sırrıdır. Tasavvuf, Allah (Celle Celâluhû) zikri ile itminan ve huzur bulan kalbin ibadet ve riyazet ile özüne kavuşması ve halk içinde hakka teslim olmasıdır. Tasavvuf, bugünün kalıbına sığmamak, bir cübbe ve bir parça sarığa bürünerek Hazreti Muhammed Mustafa’nın (Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem) izini yol edinmektir. Bu yol, oluş ve eriş yoludur. Bu yolda, dünya çilesini dolduran derviş, sahip olduğu her şeyi öteler ve öteler ötesinin devranında diz çöküp iki çakıl taşı ile Allah’ı (Celle Celâluhû) zikrettiği bir sefere talip olur.
Bizim hayat düsturumuz Üstadımızın şu sözleridir:
“Buralı değiliz. Boşuna uğraşmayalım, buralı değiliz!”
Biz de diyoruz ki, zaman üstü öteli’yiz.
Tasavvuf, bu hakikati idrak edip maveraya yönelen dervişin kalp huzurudur:
“Âgâh olun ki, kalpler ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur!”[3]
Huzura talip olan kul, hatm-i hâcegân halkalarında ve zikir meclislerinde elinde bir çift zikir taşı ile nefis korunu teskin etmeye çalışır. Talip, girdiği bu hakikat yolunda Allah dostları ile kalp bağını ve rabıtasını kuvvetlendirir. Kalp, Allah adamlarının rehberliği ile Rabbe yol alır.
İnsan bilmelidir ki, ebedî kurtuluş öteler bucağına kıvrılan bu yolun sonundadır. Ötelere açılan kapı, Allah adamlarının kapısıdır. Bu ebedî saadet, muhakkak bu bahtiyar zümrenin bir neferi olanlara layık görülür:
“Âgâh olun ki Allâh’ın ordusu/Allah’ın adamları; şüphesiz (iki cihan saadetine kavuşarak) felâh (ve kurtuluş)a erenler ancak ve ancak onlardır!”[4]
Bu yol, adanmışların ve kurban sunaklarında teslimiyet sunan Hazreti İsmail’lerin yoludur. Bu yolda yerenlerin yergisine, tenkitçilerin kötü sözlerine, münafıkların sitayişlerine kulak verilmez ve iltifat edilmez. Hatırlayınız ki, bu sitayişi ve isyanı ilk haykıran melun şeytandır:
“O (yüce Zatıma karşı küstahça): ‘Gördün mü kendini(n ne yaptığını)? İşte şu bana karşı üstün kılmış olduğun kimse/insan (var ya)’…”[5]
Allah Teâlâ, kendi zatına meftun olması için insanı var etmiştir. İnsana yaraşan, bu ilahi hikmeti kavramak ve Allah’ın (Celle Celâluhû) düşmanlarının bu sözü karşısında Allah’a (Celle Celâluhû) mahcup olmamaktır.
Son söz, müstakim duruş!
Dipnotlar
[1] Bkz. İsrâ Sûresi: 70.
[2] Müslim, Birr, 32; Tirmizî, Birr, 18.
[3] Bkz. Ra‘d Sûresi: 28.
[4] Bkz. Mücadele Sûresi: 22.
[5] Bkz. İsrâ Sûresi: 62.