Hicret kelimesinin kökü olan hecr ve hicran kelimeleri, Kur’ân-ı Kerîm’de yirmiye yakın yerde geçer. Genel anlamı “ayrılık, ayrılma, kişinin başkalarından farklı olması” şeklindedir.
Hicret, kişi veya kişilerin şahıslardan veya mekânlardan göç yoluyla ayrılmalarını ifade eder. Bu ayrılışlar bedenle olabileceği gibi, lisan veya kalp yoluyla da olabilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in hicret ifadesiyle kastettiği türden göç; sadece bedensel olmayıp, kalbi Allah Te‘âlâ dışındaki şeylerden arındırıp sâfiyane bir şekilde O’na yönelmek anlamında da kullanılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm bunu, Allah Te‘âlâ’ya hicret veya Allah Te‘âlâ yolunda hicret olarak nitelendirmektedir.
Tasavvufî Açıdan Hicret
Tasavvufta hicret; bedensel göçten çok, kalbin Allah Te‘âlâ’ya yönelmesi anlamında kullanılır. Bu yüzdendir ki sûfîler, Allah Te‘âlâ’ya (rızâsına) varış eğitimi olan “seyr-i sülûk’ü” hicret olarak anarlar.
Rasûlullâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimizin hayatında en önemli olaylardan biri olan Mekke’den Medine’ye yönelik teşrif, hicret denildiğinde akla ilk gelendir.
Allah Te‘âlâ’nın Rasûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ve ashâbı, putperest Mekke idaresinin baskı ve zulmü sebebiyle üç kez hicrete başvurmak zorunda kalmışlardır. Bunların ilk ikisi Habeşistan’a, üçüncüsü ve en büyüğü ise o zamanki adı Yesrib olan Medîne-i Münevvere’ye olmuştur.
Dayanılmaz bir yoğunluğa ulaşan putperest zulmü karşısında Müslümanlar; can, ırz ve îmânlarını kurtarmaktan başka bir şey düşünemez hâle geldiler. Toprak, ev, mal ve bunlarla ilişkili hatıralar onlar için artık anlam taşımaz olmuştu.
Mânevî değerlerin tehlikeye düştüğü sırada, sırf dünya ve bedenî ihtiyaçlar gayesiyle bulunduğun mekâna bağlılığı sürdürmek Kur’ân-ı Kerîm’in talimatına aykırıdır.
Allah Te‘âlâ’nın dîninin yaşanması imkânsız hâle geldiğinde, Kur’ân-ı Kerîm, Nisâ Sûresi’nin 97. âyet-i kerîmesinden de anlaşılacağı üzere, Allah Te‘âlâ’nın geniş yeryüzünün başka bir yerini barınmaya daha uygun görmektedir. Bunun aksini savunarak, sûflî veya fâni bir takım çıkarlar için belirli bir toprak üzerinde yaşama tercihinde ısrar edenler, ilahî kelâm tarafından hoş görülmemektedirler.
Bundan dolayı hicret, tasavvufta “daha ileri ve daha yüce menzillere ulaşmak için yapılan sefer” anlamında kullanılmıştır. İster gönülde, ister bedende olsun, hicret daha iyiye bir yükseliş, bir koşuştur. Îmân erleri sürekli yürüyüşte sükûn bulurlar. Durmak onlar için ölümdür. Velhâsılıkelâm mü’min, her an mânevî hicret hâlindedir.
İnsanlık Tarihine Yön Veren Hâdise
Medine’ye hicret… İnsanlık tarihinin en büyük olaylarından biri sergilendi ve Medîne-i Münevvere, Mekkeli mü’min muhacirlere yurt ve îmân evi oluverdi.
Hicret, insanlık tarihinin o güne kadar tanıdığı “kardeşlik” kavramını değiştiriyordu. Rasûlullâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz, kana bağlı kardeşliğin çağlar süren saltanatını yıkarak yerine îmân birliğine, fikre ve duyguya dayanan, gönüldaşlıktan beslenen kardeşliği koymuştu.
Her Medineli, bir Mekkeli muhacirle kardeş ilân edilmişti. Bu sessiz fakat ruhtan ruha işleyen devrim, insanlığın tekâmül merhalelerinde en ileri noktalardan biridir.
İşte Bir İbret Levhası…
Abdurrahman ibni Avf (Radıyallâhu Anh)a, mânevî kardeşi şöyle diyordu: “İşte bütün mülküm! Yarısını sana veriyorum, iki zevcem var, tercih edeceğin biriyle evlenebilmen için onu boşarım.” Abdurrahman ibni Avf (Radıyallâhu Anh), o yüce gönlün bu fedakârlığını kabul etmedi. Mânevî kardeşinden sadece pazarın yolunu sorup alışverişe başladı…
Askerî seferler esnasında Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), iki mânevî kardeşten birini ordusuna katıyor, diğeri ise yerinde kalarak her iki iki ailenin de sorumluluğunu üzerine alıyordu. Ensâr ve muhâcir arasında muâhât olarak ifade edilen kardeşlik anlayışı hakkında detaylı mâlûmâta buradan ulaşabilirsiniz.
Bizler bugün hem mânevî hem de kardeşlik hissiyatının ön plânda olduğu hicret ve hizmet şuuruna ne kadar da muhtaç bir hâldeyiz…