Dünyevîleşme, asrımızda karşı karşıya bulunduğumuz bütün sorunların temel sebebi. Dinî, ahlâkî, ticarî ve her alanda büyük sorunları doğuran bu problemin mâhiyeti hakkında detaylı malûmata buradan ulaşabilirsiniz…
Son yıllarda dünyevîleşme konusuna dikkat çekildiği görülüyor. Konuyu ele alanların, yerinde tespitlerle problemi, hastalığı iyi teşhis ettikleri, kanayan yaranın farkında oldukları söylenebilir. Lâkin sıkıntının çare ve ilacı konusunda ortaya konulanlar sadra şifa niteliğinde değil. Tasavvuf, bu noktada çözümün asıl adresidir.
Tasavvufun İslam ümmeti içinde bu kadar yayılmasının en önemli etkenlerinden biri de Müslümanların dünyada asıl varoluş gayesini unutup hedeften sapmalarıdır. Ümmetin buhranlı dönemlerinde tasavvuf ve tarîkatlar bir can simidi gibi imdada yetişmiş ve ehlullâh, ümmeti, savrulduğu vartalardan tekrar sırât-ı müstakîme döndürmeye muvaffak olmuştur. Ümmetin zor günler, felaketler yaşadığı dönemlerde, Müslümanlara İslam’ı şuur aşılamış, kalplerin Allâh Te‘âlâ’ya yönelmesine, hayatın sünnet-i seniyyeye göre düzenlenmesine ön ayak olmuştur.
Müslümanların rahatlık ve bolluk zamanlarında nefisleri dizginleme yollarını öğretmiş ve İslâmî hududlara dikkat etmede Müslümanlara istikamet göstermiştir. İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) ilk akla gelen örneklerdendir. Avrupa’da dinden uzaklaşmayla başlayan modernizmin tesiriyle İslam memleketlerinde de dinî ve mânevî duygularda gevşeklik baş göstermiş, Nakşibendî tarîkatı, başlayan bu menfî cereyanları durdurma hususunda çok önemli vazifeler görmüştür. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, o devrin kâmil mürşidlerinin başında gelir.
Ehl-i Tasavvuf ve Nebevî Tavır
Tasavvuf ehlinin bu duruşu tamamen nebevî bir tavırdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) herhangi bir nimet veya zafere ulaştığında; “Allâh’ım! Gerçek hayat, sadece âhiret hayatıdır” (Buhârî, Rikak: 6413) buyurarak kalplerin dünyaya meyletme yahut gurur ve enâniyete kapılmasının yolunu kapatmıştır. Yine o, herhangi bir ezâ, cefa ve çileyle karşılaştığında: “Allâh’ım! Gerçek hayat, sadece âhiret hayatıdır” diyerek, mü’minleri fâni sıkıntılar sebebiyle ümitsizlik, şikâyet ve çaresizliğe kapılmak yerine, takdîr-i ilâhiye râzı olmayı telkin etmiştir. Neticede ümmetine, her hâlükârda huzur, sükûn ve denge içinde kalabilmenin reçetesini sunmuştur.
İslâm’ın Müslüman olmayanlara tebliği edilmesindeki hayatî vazifesi kadar, Müslüman toplumların istikamette tutulmasında da (irşâd) tasavvufun büyük bir tesiri olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Günümüzde modernleşmenin tahribatına tam olarak sadece kavî tasavvuf ehli karşı koyabilmiştir. Bu bir iddia değil, bilâkis durum tespitidir. Bütün insanlığı kasıp kavuran dünyevîleşme kasırgasına karşı durabilmek için ciddi bir İslâmî şuur, tasavvufta kemâle erişmek gerekir. Üstadımız Mahmud Efendi Hazretlerinin gerek çarşaf, gerek şalvar- cübbe ve sakal gibi Müslümanlara has kıyafetlerde bile bu kadar hassas davranması, onun meseleyi ne kadar derinden anladığının bir göstergesidir. Emperyalizme, dünyacılığa bizde kıl kadar bile taviz yok, diyor ehlullâh, velakin bunu hangimiz, ne kadar anlayabiliyoruz?
Tasavvuf büyüklerimiz her insana ait özel bir dünya olduğunu şu şahane tespitle ortaya koymuştur:
‘‘Seni, Rabbinden alıkoyan her şey, senin dünyandır.’’ Başka bir tabirle, seninle Rabbin arasına girip, seni meşgul eden her ne varsa, o şey senin dünyan sayılır. İnsanı meşgul eden şey kimine göre mal olur, kimine göre evlât olur, iş olur, araba olur, ilim olur ki, bu durum kişiden kişiye farklılık arz eden bir durumdur. Her birimiz ciddi manada nefis muhasebesi yapmak suretiyle dünyaya ne kadar çok bağlanıp dünyayı ne derece hayatımızın merkezine aldığımızı idrak edebiliriz. Ayrıca hassas bir denge olan dünya-ahiret dengesini korumaya muvaffak olanlarla beraber olmak, gönül erbabının sohbetlerinde bulunmak her daim faydalı olmuştur.
Yüce Rabbim! Bizlere hem dünyada, hem âhirette iyilik ve güzellikler ihsân eyle, âmin.