Sultânü’l-Evliya ve Burhanü’l-Esfiya İmamı Rabbanî (Kuddise Sirruhû) muhtelif mektuplarında ve sair eserlerinde varlık (vücud) hakkında üç mertebe ispat eder; His-Vehim, Nefsü’l Emir ve Hâriç. Özellikle Mektûbât’ın üçüncü cildinin yüzüncü mektubunda bu âlemin fertlerinin çoğunun nasibinin birinci mertebe olan his ve vehim mertebesi olduğunu, ikinci mertebe olan nefsü’l-emir mertebesinin merkezinde Allâh-u Te’âlâ’nın fiilleri ve sıfatları bulunduğunu, civarında ise Enbiyâ’nın (Salâvatullâhi ve Selâmuhû Alâ Nebiyyînâ ve Aleyhim Ecmaîn) melâike-i kirâmın varlıkları ile Allâh-u Te’âlâ’nın dostlarından çok azının varlıkları bulunduğunu söyler. Ve “uhrevî olan hayatın varlığı da bu mertebededir” der. Üçüncü mertebe olan hariç mertebesinin merkezinde Zât-ı Pâk-i Sübhaniyye’nin varlığı muhitinde ise subûtî sıfatların varlığı söz konusudur.
Bu yaşadığımız âlemin aslının ademler (yokluklar) olduğunu ve bu âlemdeki hüsün, kemal, hayır ve cemalin kaynağının vücud olduğunu ve vücudun yegâne sahibinin de Allâh-u Te’âlâ olduğunu bildirir. “Kişi bu hisvehim mertebesindeki adem (yokluk) tarafından tamamen sıyrılmadıkça nefsü’l-emir mertebesine ulaşmaya layık olamaz” der.
Aynı cildin doksan sekizinci mektubunda da eşyanın hakikati ile alakalı olan bu temel üzerine hüsn-ü sûrîden (sureta güzellikten) lezzet almanın zararını beyan eder ve şöyle buyurur:
“Hayır, kemal, hüsün ve cemalden her birisi hangi mertebede bulunursa bulunsunlar vâcibu’l-vücud olan Mevlâ’ya ait olup katıksız hayırdan ibaret olan vücudun eseridir. Bu yüksek mertebeden vücudun yansıması ile âlem-i imkâna gölgevârî olan hüsün ve kemal de gelmiş oldu.
Mümkinin zatı, aslı olan adem (yokluk) sebebi ile katıksız şer, çirkinlik ve eksikliktir. Mümkinde gözüken güzellik ve olgunluk her ne kadar vücuttan geldi ise de yokluk aynasında ortaya çıktıklarından yokluktan ibaret olan aynanın hükmünü aldılar. Mümkün olan insanın zatında aslî bir çirkinlik bulununca halis güzellikten yoklukla karışık ve onun hükmünü almış olan güzellikten aldığı lezzeti alamaz. Hâlbuki bu halis güzellik diğer karışık olan güzelliğin aslıdır. Çünkü bu yokluğun, hükmünü alan güzellikle olan münâsebeti daha çoktur. Çöpçü gibi, çirkin kokudan aldığı lezzetin mislini güzel kokudan alamaz. Meşhur bir kıssada anlatıldığı gibi; “Çöpçünün birisi kokucular (güzel koku satanlar)ın mahallesinden geçerken güzel kokunun keskinliğinden düşüp bayılır. İnsanlar onu ayıltabilmek için epey bir uğraş verdikten sonra Allâh dostlarından büyük bir zât hadiseden haberdâr olur. Bayılan kişinin çöpçü olduğunu öğrenince burnuna bir parça at dışkısı yaklaştırılmasını tavsiye eder. Adam at tersinin kokusunu alınca kokudan aldığı lezzetten kendine gelir, yerinden kalkar ve yoluna devam eder.”
İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) at dışkısı gibi olan dünya lezzetlerine aldanmamak gerektiğini diğer bir mektubunda[1] şöyle anlatır:
“Ey evladım! Dünya imtihan ve belalarla tecrübe edilme yeridir. Dışı farklı farklı süslerle süslenmiş ve kaplanmıştır. Görüntüsü; vehmî olan yanaklarla, zülüflerle, çizgilerle ve beneklerle nakışlanmış ve renklendirilmiştir. İlk bakışta tatlıdır. Görünüşte taze ve parlaktır. Ancak hakikatte üzerine koku serpiştirilmiş bir leştir. Kurtlarla ve karasineklerle dolu bir çöplüktür. Seraptır ama içecek bir şey gibi gözükür. Şeker görünüşünde zehirdir. İç yüzü ise yıkıktır. Bütün bu yıkıklığı ve çirkinliği ile beraber çocukları ile olan muamelesi söylenen ve anlatılanlardan daha kötüdür. Ona âşık olan beyinsizdir, büyülenmiştir. Ona tutulan delidir, aldanmıştır. Onun dış görünüşü ile fitnelenen muhakkak ki sonsuz zarar alâmeti ile alâmetlenmiştir. Onun tatlılığına ve tazeliğine bakan kimsenin nasibi sonsuz pişmanlıktır. Âlemlerin Rabbinin Habîbî ve kâinatın Efendisi (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
‘Dünya ve Âhiret ancak iki kumadır. Biri hoşnut olursa diğeri darılır. Kim dünyayı razı ederse Âhireti darıltır.’[2]
Böyle olunca şüphesiz âhiretten hiçbir payı olmaz. Dünyayı ve dünya ehlini sevmekten Allâh-u Te’âlâ’ya sığınırız.
Ey evlat, dünya nedir, bilir misin? Seni Allâh-u Te’âlâ’dan alıkoyan her şeydir; kadınlar, evlatlar, mallar, makamlar, reislik, eğlenceler (oyunlar). Mâlâ’yâni ile (kişiye âhirette fayda vermeyecek şeyler ile) meşgul olmak da dünyaya dâhildir. Âhiretle alakalı işlere tesiri olmayan ilimler de dünyadandır. Eğer ilm-i nücûm, mantık, hendese ve hesap gibi ilimleri tahsil etmek -ki bunlarda âhirete ait hiçbir fayda yoktur- menfaat verecek olsaydı felsefeciler ehli necat olur, ebedî azaptan kurtulurlardı. (Efendi hazretlerimize sormuşlar, ‘elektriği bulan adam kurtulacak mı?’ diye. O da cevaben: ‘Allâh-u Te’âlâ ona daha fazla azap edecektir. Ve ona diyecektir ki ‘Ben sana diğer insanlardan çok daha fazla akıl verdim niye îman etmedin!?’)” buyurmuştur.
Yaşadığımız Neş’etin Hakîkati
Yetmiş bin evliyânın serveri, iki yüz on beşinci mektubunda yaşadığımız neş’etin yukarıda anlatılan hakikatini benzer bir izahla şu şekilde anlatıyor:
“Ey evlatlar! Dünya adamları ve zenginlik (kendini Mevlâ’dan müstağni, ihtiyaçsız görme) sahipleri azametli bir bela ile imtihana tabi tutulmuşlardır. Çünkü dünya Allâh-u Te’âlâ’nın buğzettiği (kızdığı) bir şeydir. Ancak bunların görüşlerinde, bütün necasetlerin en çirkini olduğu halde altınla kaplanmış gibi süslenmiştir. Şekerle kılıflanmış bir zehirdir. Bununla beraber (nefsin ve şeytanın tazyikinden baskısından kurtulmuş) aklıselim bu çirkinliği (hakikaten, tarafına bakılmayacak bir şey olduğunu) anlamıştır. Bu, Allâh-u Te’âlâ tarafından râzı olunmayanın çirkinliğini tespit etmiştir. Bundan dolayıdır ki âlimlerimiz şöyle demiştir: ‘Bir kimse malının, zamanının en akıllısına verilmesini vasiyet etse o mal zahidlere (dünyaya meyletmeyenlere) verilir. Çünkü onlar dünyaya meyletmezler. Dünyaya meyletmemeleri akıllarının çok olgun olması sebebiyledir.’ Noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf Hak Teâlâ hazretleri akla bu olgunlukları vermesi ile beraber rahmetinin tam olmasından, aklın bu şahitliği ile yetinmemiş, ona nakilden (vahiyden) ibaret olan diğer bir şahit katmıştır. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş Peygamberlerinin (Allâh-u Te’âlâ özellikle Efendimize ve sonra hepsine salât-u selam etsin) lisanı üzere piyasası olmayan bu geçersiz meta’ın hakikatinden haberdâr etmiştir, (âyetler ve hadîs-i şerîfler vasıtasıyla) bu çirkinliğin sevilmesini yasaklamıştır. Onunla, kalbî (gönüle ait) alâkalanmayı abartılı bir şekilde men etmiştir.
Bu iki adaletli şahidin bulunması ile beraber bir şahıs, vehmedilen (aslında bulunmayan) şeker tadı ile zehir yese, hayal edilen (dışarda varlığı söz konusu olmayan) bir altın ümidi ile necaseti seçse bu kimse beyinsizin tekidir ve tabiatıyla ahmaktır. Belki de hakikatte Peygamberlerin (Salâvatullâhi ve Selâmuhû Alâ Nebiyyînâ ve Aleyhim Ecmaîn) haberlerini inkâr edicidir. Onun hükmü (hakkında verilecek karar) kendisinde surette (görünüşte) bir îman bulunan münafık olmasıdır. O îman ona âhirette fayda vermez. Dünyadaki mallarının ve kanlarının korunmasından başka hiçbir neticesi de yoktur. Bu gün (dünyada iken) gaflet pamuğunu kulaktan çıkartmak lazımdır. Yoksa yarın (Âhirette) pişmanlık ve (dünyaya tekrar dönmek) hasretinden başka bir şey meydana gelmeyecektir. (Dostluğun) şartı (önemli, belki en önemli bilgileri) haber vermektir.”
Hâl Çaresi
Yaratılışı itibari ile zehir ve necaset olan bu geçersiz metaın sevgisinden, taallukundan nasıl kurtulacak insan? İki yüz otuz ikinci mektupta bu ilacı (çareyi) anlatmak üzere şöyle buyuruyor:
“Bu alçak varlığın çirkinliği (kişinin itikadında) ortaya çıkmadıkça ona esir olmaktan kurtuluş imkânsızdır. Bu kurtuluş meydana gelmedikçe de âhirete ait olan emeline ulaşma ve hakiki rahatlama çok zordur. “Dünyayı sevmek bütün hataların başıdır” sözü yerleşik, kabul görmüş bir kaziyye, karardır. Tedavi etme, çare bulma zıtlarla olduğu için bu alçak yaratılışının sevgisinden kurtulmak, âhirete ait olan işlere meyletmeye ve şeriatı ğarraya (son derece parlak olan şeriata) uygun sâlih amelleri yerine getirmeye bağlanmıştır.
Bir âyeti celile-i cemilede Allâh-u Te’âlâ dünya hayatını beş şeye sıkıştırmıştır; belki de dört şeye ve şöyle buyurmuştur: “Hemen ancak dünya hayatı oyun ve eğlence, süs (ziynet), aranızda böbürlenme ve mallarda ve evlatlarda çokluk taslamaktır.”[3]
İnsan amel-i salihlerle meşgul olmaya başlayınca dünyanın en büyük iki cüzü (parçası) olan oyun ve eğlence mecburen eksilmeye başlar. Süsün (ziynetin) elde edilmesinde esas olan altın ve gümüş kullanımı ve ipek elbise giymekten kaçınmak meydana gelirse ikinci parça olan ziynet (süs) eksilmeye başlar. Allâh katındaki keramet (iyilik) ve faziletin takva ve vera ile olduğu, soy ve sop ile olmadığına kesin iman meydana geldiği zaman kesinlikle kişi soyu sopu ile övünmekten geri duracaktır. Malların ve çocukların Allah’ı zikretmeye ve Mevla Teâlâ’nın pâk olan canibine (tarafına) yönelmekten alıkoyucu olduğunu bilince, mecburen bunlar ile çokluk taslamaktan geri durmayı tercih edecektir. Hatta bunların çokluğunu ayıp şeylerden sayacaktır. Bu çarelerin hulasası (özeti) şu ayeti celiledir.
“Rasûl-i zî-şân size neyi verdi ise onu alın, neyi de yasakladı ise ondan sakının!” (tâ ki size zarar vermesin)[4]
Dipnotlar
[1] 1. cild, 73. mektûb.
[2] Ahmed ibni Hanbel, el-Müsned, No:19697, 32/470 ve başkaları Ebû Mûsâ el-Eş‘arî (Radıyallâhu Anh)dan rivâyet etmişlerdir.
[3] Hadîd Sûresi, 20.
[4] Haşr Sûresi, 7.